7 Aralık 2011 Çarşamba

BUGÜN YAĞMUR VAR İSTANBUL'DA

Bugün yağmur var.

Şakır şakır değil, usul usul yağan, ortalığı mis gibi toprak kokutan bir yağmur.

Öyle ki, kaçınmak yerine, uzun uzun yürümek istiyor canınız.

Saçlarınız, üstünüz başınız  hafiften nemlenirken, sıcacık bir bardak çayın hayalini kurmak istiyorsunuz.

Ya da sıcacık bir odada, pencere önündeki bir kanepede oturup, sokağı seyretmek de güzel olurdu.

Yine çay bardağı elinizde.

Ama bu sefer yalnız değilsiniz.

Arkadaşlarınız var yanınızda.

Kız arkadaşlar..

İnce ince yağan yağmur altında hafiften ıslanan sokağı seyrederken, sohbet de edebileceğiniz arkadaşlar.

Çay içinizi, sohbet yüreğinizi ısıtacak.
Dışarıdaki soğuğa inat sımsıcak olacaksınız.

2 Aralık 2011 Cuma

İpek Hanım'ın Çiftliği ya da Pınar Kaftancıoğlu; Sizi Allah mı çıkardı karşıma?

Uzun bir süredir sağlıklı beslenmeye takmış durumdayım.
Ne kadar uzun derseniz; taa kızıma hamile olduğum zamandan beri. Yani şöyle böyle 11 senedir.


Hamileydim. Doktorumun bana ilk söylediği şey, bu bir hastalık değildir normal hayatına devam edeceksin; ikinci söylediği şey ise, artık karnındaki bebeği de düşünecek ve ona göre besleneceksin olmuştu. Ardından da bütün hazır gıdaları yasaklamıştı.


Annelerimizin usulu ile beslenmeye geri döndüm böylece. 
Hazır çorbaların yerini, tarhana, mercimek aldı, Et bulyonların yerini de evde kaynatılıp süzülmüş et suyu. Sonra sıra yoğurda, salçaya, zeytine geldi. Hepsi evde yapılır oldu.


Kızım büyüdükçe beslenme konusuna daha ciddiyetle eğilir, daha çok araştırır oldum. Çünkü aklıma daha fazla soru takılıyordu. Mesela yoğurdu evde yapıyorduk, iyi güzel de bakalım aldığımız süt yeterince sağlıklı mıydı? Kutu sütlerden yoğurt tutmuyordu. Demek ki içlerinde doğal olmayan bir şey vardı. Ya da salçayı yapıyorduk ama,domateslerdeki hormonlar, tarım ilaçları ne olacaktı?


Böylece organik gıdalarla tanıştım. Marketlerden bulabildiğim organik gıdaları satın almaya başladım. Ama yine bir sorun vardı. Kuru gıdanın organiğini bulmak kolaydı da, sebzenin organiğini bulmak pek kolay olmuyordu. Bir de güven meselesi vardı tabii. Malum burası Türkiye, işini uyduran herkes istediği sertifikayı alabilirdi. Kim kontrol edecekti ki? Organik üretim yapan, güvenilir, vicdanlı bir kaynak bulmak gerekiyordu.


Sonra birgün gazetede bir röportaj okudum. Ayşe Arman'ın İpek Hanım Çitfliği'nin sahibesi Pınar Kaftancıoğlu ile yaptığı bu röportajı neredeyse soluksuz okudum.  Ve bittiğinde EVREKA diye bağırmak istedim.


Birkere, yaşam öyküsüyle çarptı beni Pınar Kaftancıoğlu.  Karşımda, hayattan korkmayan, mücadeleden vazgeçmeyen ve çok ama çok çalışkan bir kadın vardı. Bütün bu özellikler güven ve hayranlık uyandırdı bende.


İpek Hanım'ın Çiftliği'nde eski usullerle, yerli tohumlarla , güvenle satın alıp tüketebileceğimiz gıdalar yetiştiriliyor. Dahası çiftliğin bulunduğu köydeki herkesi organize etmiş Pınar Hanım. Böylece gittikçe genişleyen bir kitlenin ihtiyaçlarına cevap verir hale gelmişler. Artık sebzeden meyeveye, kuru bakliyattan, süt ürünlerine, un ve un ürünlerine, hatta sabuna varıncaya değin çok geniş bir ürün yelpazeleri var. Üretebildiklerini kendileri üretiyorlar, üretemediklerini de, kendi kontrolleri altında başka çiftliklerd hatta başka şehirlerde ürettiriyorlar.


İpek Hanım çiftliğinden sipariş vermek çok kolay. Önce www.ipekhanim.com adresine bir tıklıyorsunuz, sonra oradan Pınar Hanım'a bir mail gönderiyorsunuz. Pınar Hanım da sizi mail listesine alıyor. Bundan sonra her cumartesi size o hafta satışta olan ürünlerin bir listesi geliyor. O listeden seçim yapıp sipariş veriyorsunuz. Bir kaç gün içinde koliniz  kapınızda. Ödemeyi de ister siparişi geçer geçmez, isterseniz koliniz elinize ulaştıktan sonra yapın. Size kalmış.


Ben ilk siparişimi geçen hafta verdim.Gelen herşey inanılmazdı. çok güzeldi. Bu hafta ikinci siparişi geçtik. yarın elimizde olacak. Bu sefer, peynir, köy ekmeği gibi şeyler de söyledim. Heyecanla bekliyorum. Bakalım nasıl olacaklar.









22 Kasım 2011 Salı

Kocamustafapaşa Sokakları

Bir süredir Kocamustafapaşa’yı keşfetmekle meşgulum. Gönüllülükten değil tabi,  mecburiyetten. İşyerim orada olunca,  şehrin bu en eski  semtine ister istemez aşina olmaya başladım.  Özellikle de işe gidip gelirken, Vatan, Millet caddelerinin trafiğine girmemek için ara sokaklar keşfedip, oralardan slalomlar yaparak geçerken, hem semti tanıyorum hem de semt sakinlerini.

Semt eski bir semt, dolayısıyla, sokaklar plansız , eğri büğrü ve daracık.  Evler de sokaklar gibi eğri büğrü, eski,  yıpranmış. Belli ki plansız, izinsiz yapılmış çoğu. Onlar bir plana uyacakken, imar planı mevcuda uydurulmuş.  Semtteki her boş alana bina kondurulduğu için ve binaların bahçesi de olmadığı için ciddi anlamda park sıkıntısı var.  Herkes arabasını sokağa park ediyor doğal olarak. Böylece o daracık sokakların bir tarafına araba park edilince, sokak iyice daralıyor ve ancak tek arabanın geçebileceği kadar yer kalıyor. Trafik bu durumu kimi sokakları tek yön ilan ederek çözmeyi uygun görmüş.  Buraya kadar şehrin diğer eski, sıkışık yerleşimli semtlerinden pek farklı değil burası da. Farkı birazdan anlatacağım.

Türk vatandaşının genel eğilimi bellidir; kurallar ihlal edilmek içindir, nizami uygulamalar da dostlar alışverişte görsün için.  Fırsatını bulduk mu değerlendiririz. Trafik sıkışıksa, emniyet şeridine kaçarız,  yol boşsa kırmızı ışıkta geçeriz, kimse yoksa tek yöne tersten dalarız. Tamam kural ihlal ederiz ama, yine de akıl mantık çerçevesinde yaparız bu işi. Mesela aracımızı yol ortasında bırakıp tarfiği kitlemeyiz. Bunu yapanacak kadar akıl mantık ve sağduyusunu kaybetmişler tabi ki vardır ve zaman zaman karşımıza çıkar. Ama azınlıktadır diye biliyordum. Kocamustafapaşa’ya geldikten sonra gördüm ki, bu azınlık kesim burada ikamet ediyor. Çünkü hergün bir veya bir kaç tanesiyle karşılaşıyorum.

Mesela arabayla giriyorum bir sokağa, tek yön,  sokaklar solucan gibi kıvrıla kıvrıla gittiği için başını sonunu pek görmeden ilerliyorum ki, karşıdan bir araba, ters yönde oluşuna aldırmadan bana doğru son sürat geliyor.  Kaçacak, yol verecek hal yok. Kim daha inatçıysa o yerinde kalıyor, diğeri geri gidip yol veriyor.  Ya da daha kötüsü,  solucan misali sokakta kıvrıla kıvrıla giderken, birden önüme bir araba çıkıyor. Araba doğru yönde, ama sokağın tam ortasında duruyor. Bir yere giitmiyor.  “5 dakka işim var dönücem” yazısı eksik üstünde.  Şoförü nereye gitmiş, ne yapacak, ne zaman döner bilinmez. Az ilerideki boşluğa park edip yürümeye üşenmiş belliki, arabayı öylece bırakıvermiş yol ortasına.

Be adam ne diye sokağın ortasına park edersin, oradan geçenleri düşünmezsin diye söylene söylene geri vitese takar, kah sağımda, kah solumda park edilmiş araçlara çarpmamaya gayret ederek, bütün o slalomları sil başta yapa yapa geri gider, sağa sola kaçabileceğim bir sokak ararım.  Tam  buldum bitane deyip dalarım ki, sokağın çıkışında bir belediye arabası çıkışı kapatmış, yol çalışması yapıyor.  Belediyeye  söylenecek halimiz yok, tekrar tak geri vitese, başka bir çıkış yolu ara. Tabi bu arada dua ediyorum  arkamdan başka araba gelmesin. Gelirse yandım. Bütün arabaların duruma ayıp, geri gitmeye razı olması, 5 dakikalık, korna, klakson, camlardan uzanmış bilimum el kol harketlerinden sonra mümkün oluyor.

Nihayet boş bir sokak bulup giriyorum tekrardan, bu arada varış noktası her denemede biraz daha uzaklaşmakta.  Olsun, en azından umut var. Geze dolaşa eninde sonunda gideceğim yere varacağım umudu.  Ama Silivrikapı’dan Kocamustafapaşa merkeze çıkabilmek için, Yedikule, Cerrahpaşa dolanıp gelmişim ne gam. Geldim ya sonunda. Gerçi ilk zamanlarda, henüz semtin yabancısyken, umutsuzluğa kapıldığım da olmuyor değildi. O kargacık burgacık sokaklarda, iki ileri bir geri bir çıkış bulabilmek için dolanırken, oradan hiç çıkamayacakmışım hissine kapıldığım da olmuyor değildi.  Çok şükür aştım artık bunları.

Burada hizmet veren kamu görevlilerinin de aklı bir değişik işliyor. Bir süredir, Büyük Şehir Belediyesi’nin İstanbul’da bir uygulaması var. Ara sokaklardaki asfaltı söküp, parke taşıyla kaplıyorlar. Amaç, yağmur sularının asfaltta birikip, kanalizayonu doldurup taşırıp, denize gitmesine engel olmak. Parke taşların aralarından sızan sular toprak tarafından emiliyor ve hem taşkınların önüne geçilmiş oluyor hem de yer altı su kaynakları besleniyor.  Parke taşlı yolda araba sürmek, arabaya zarar verdiğinden, mahalle aralarındaki, trafiğin az olduğu sokaklarda yapılıyor bu uygulama. Anadolu yakasında bizim mahallede yapıldı. Kadıköy’de pek çok yerde de yapıldığını biliyorum.

Bir süredir Kocamustafapaşa’da da belediye sokakları kapatıp çalışıyor.  Baktım, asfaltı söküyorlar. Kenarda duran taşlardan anladığım kadarıyla yolu kaplayacaklar.  Hah dedim, bu güzel uygulama buraya da gelmiş. Ama işte bu zavallı eski semtin ne günahı varsa artık, kel başa şimşir tarak gerekmez misali, en iş bilmez, en sağduyudan yoksun adamları burada istihdam etmişler. Parke taşı döşemeyi ne için yaptıklarını unutuveriyorlar ve asfaltını söktükleri sokağa önce beton döküyorlar, arkasından parke taşıyla kaplıyorlar.  Kulaktan kulağa oyununu hatırlattı bana bu akıl almaz iş.  Anadolu yakasında güzel güzel başlamış. Denizi geçerken, birilerinin kulağına su kaçmış, tam duyamamış olacak ki  uyduruvermiş. “Güzelim taşları toprağa döşeyecek halimiz yok. Yamuk filan olur, büyükşehirden zılgıtı yeriz” diye düşünmüş olacaklar.  Sonra da yol düzgün dursun diye, önce beton dökmeyi uygun görmüşler.

Kızayım mı güleyim mi bilemedim. Artık  kazanmaya başladığım bir genişlik ve hoşgörüyle kendime “boşveeer, sen mi düşünecen” dedim.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Sağlık Politikası Sağlıklı mı?

Noyan Doğan Hürriyet gazetesinde yer alan Pazartesi günkü yazısında  ( http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19065395.asp) sağlıktaki mevcut politikayı eleştiriyor ve “ne kadar sürdürülebilir” diyor.
Mevcut politika nedir? Sözde herkese eşit, ücretsiz sağlık hizmeti sunuluyor. Sözde diyorum çünkü, bir kere eşit değil. Bazıları (kim oldukları malum) daha iyi ve kapsamlı hizmet alıyor geri kalanı eh işte.

İyi hizmet alan bazılarının diyecek  lafı olamaz. Rabbim nereyi derse orada devlet kesesinden tedavi olyorlar. Ama geriye kalan kitle için durum sanıldığı ve sunulduğu kadar parlak değil maalesef. Boğazları ağrıdığında  kolayca tedavi olabiliyorlar  da, ciddi bir rahatsızlık söz konusu olduğunda gelirlerine bakılmadan ellerini ceplerine atmaları, ya da kaderlerine razı olup, gittiği yere kadar yaşamayı kabullenmeleri gerekiyor.

Noyan Bey’in Ücretsiz ve kolay ulaşılır sağlık siteminden  kast ettiği sanırım her mahallede açılan Aile hekimliği merkezleri. Her mahallede zaten var olan  ve uzman doktorlar barındıran sağlık ocaklarının adını değiştirip, uzman doktor yerine pratisyen hekim koyup, aile sağlığı merkezi yaptılar. Evet artık bebeğiniz varsa aşı zamanı geldi  diye arıyorlar sizi. Kesinlikle güzel bir şey. Ama oğlumun (özel) çocuk doktorunun kesinlikle yapmayın dediğini, ASM’deki pratisyen hekimimiz, kulaktan dolma (o da yanlış) bilgisiyle, yapın diye önerebiliyor. Dolayısıyla aile sağlığı merkezindekilerin hiç birine güvenemiyorsunuz.  İmkanınız varsa, özel doktora gitmeye devam ediyorsunuz. Eski sağlık ocaklarında en azından çocuk doktoru, dahiliye doktoru ve bir jinekolog bulunurdu. Çocukların aşılarını belki anneler takip etmek zorundaydı ama, cüzi bir ücret karşılığında işini bilen uzmanlarla muhatap olurdunuz.

Noyan Bey bir de halkın özel hastanelerde tedavi görmesine imkan yaratıldığından bahsetmiş. Hangi hastane ve hangi halk olduğunu çok merak ettim doğrusu.  Benim gibi SSKlı çalışan halk değil herhalde. Bir kere bütün özel hastanelerde SSK anlaşması yok. Ben Anadolu Yakasında oturuyorum. Benim bildiğim adam gibi hastanelerden, bir Medical Park, bir de Medipol’de var anlaşma. Zaten,anlaşmalı  özel hastaneye gittiğimizde de öyle bir hasta katılım payı çıkartıyorlar ki karşımıza, zaten SSK anlaşması olmayan bir özel hastanede de aynı parayı ödeyerek tedavi olabilirsiniz.

 Örnek mi? Çok kolay, geçen yıl bizzat ben tecrübe ettim. Hamileydim.  Doğum mecburen sezaryen ile gerçekleşecekti.  Bu yüzden işin maddi yönünü düşünüp SSK ile anlaşması olan bir özel hastanede doğum yapayım dedim. Hasta katılım payı aldıklarını biliyorum ya, neyse veririz diye düşündük. Medical Park’tan fiyat aldım.  Epidural anestezi ile sezaryen için. 3 bin lira civarında bir fiyat verdiler bana ( Beni ameliyat edecek olan doktoru da ben dışardan getirecektim üstelik) . Bu hasta  katılım payı bu arada. Hastane masrafının tamamı değil. Üstünü SSK dan alacaklar.  Bunun üzerine doktorumun tavsiye ettiği özellikle doğum konusunda isim yapmış, köklü bir başka hastaneye gittim. Onların SSK anlaşması yoktu. Hastane masraflarının tamamını ben ödeyecektim. Bana çıkarılan fiyat aynı koşullar için  3250 TL idi.  Tabi ki ikinci şıkkı tercih ettim. Birilerinin benim üzerimden SSKdan ekstra para kazanmasına  aracı olmak istemedim.

Devlet hastanelerinin durumu ise perişan.  Güya randevu alıp da gidiyorsunuz muayne olmaya. Bir kere randevu için illa internetiniz olacak.  Devletimiz gayet moderndir. Her evde bilgisayar ve internet bağlantısı vardır, yoksa da olmalıdır.  Çünkü başka türlü randevu alma şansınız çok düşük. İnternette bile epey bir süre köşe kapmaca oynuyor, pes etmezseniz randevuyu kapıyorsunuz.  Randevuyu alıyorsunuz da, o saatte, doktoru yerinde bulabilirseniz muayne oluyorsunuz. Vaktiniz varsa saatlerce beklersiniz,  benim gibi çalışan biriyseniz, patrondan azar işitmeyi göze alamayıp, muayne olmaktan vazgeçersiniz ve hastalığınızın kendiliğinden geçmesi için dua edersiniz.

Şimdi diyelim, inatçı çıktınız, randevuyu kaptınız, o gün şanslı gününüzdeydiniz doktor sadece 45 dk rötarla muayne etti sizi. Belirtilerden emin olamadı bazı tahliller istedi.  Kan ve idrar tahlili ise şanslınsınız, verirsiniz biter gider. Ama  tomografi, MR gibi bir cihazla görüntüleme isterse, yandınız.  Artık kaç ay sonraya gün verilir, bilinmez. 45 günden erken olursa şanslısınız demektir. O sürede kırıldığı şüphelenilen kemik kaynamış, olduğu varsayılan kanser ilerlemiş, devletimizi ırgalamaz. Bekleyeceksin kardeşim.  Haa bu arada Türkiye MR ve tomografi cihazı enflasyonu olan bir ülke. Her  isteyen getirip bir merkez açıyor.  Ama cebinizde çoook paranız varsa oralardan hizmet alabiliyorsunuz. Öte yanda, Devletin hastanesindeki tek makinada insanlar kuyruk olmuş ne gam. 

Teşhis konuldu. Sıra geldi tedaviye,  SSKnın onayladığı ve muadil oldunu ileri sürdüğü ilaçlarla yetinmek zorundasınz. Daha etkilisini, iyisini talep etme hakkınız yok. İsterseniz, kendi cebinizden ödeyip alırsınız.  Devletimizin yeterli gördüğü sürece tedavi olursun.  O sürede iyileştin iyileştin, iyileşemedin kaderine küs. Senin de ömrün buraya kadarmış  n’apalım. Örnek mi. Kanser tedavisi gören bir arkadaşıma koruma dönemi için ilaçları olması gereken süresinin yarısında ödendi. Yanlış olmasın ama. Koruma dönemi tedavisi min. 2 yıl olması gerekirken, devletimiz 1 yıl ödüyormuş sadece.  Üzerini fuzuli buluyor. 

Aslında sağlık politikalarına bakılırsa, SSKlı vatandaşları fuzuli buluyorlar da, naapsınlar, topladıkları verginin büyüğü onlardan geliyor. O yüzden vazgeçemiyorlar.  Ekonomik ömrünü tamamlayana kadar idare ediyorlar. Masraf çıkarmaya başladığında gözden de, elden de çıkarıveriyorlar.

Geçenlerde eve temizliğe gelen hanım anlattı. 12 yaşındaki kızı şeker hastası. Eşi sırf çocuğun ilaç masraflarını SSKdan karşılayabilmek için emeğini  sömüren, zor durumda oluşunu kullanan bir firmada asgari ücretle  çalışıyor. Hem de bayram seyran, hafta sonu demeden. Yıllık izin filan kullanmadan.  Geçenlerde SSK açıklama yapmış, bazı ilaçlarını artık karşılamayacaklarmış. Kısıntıya gidilen, çocuğun sağlıklı bir gelişim  gösterebilmesi için elzem olan bir ilaç. O ilaç olmayınca, ölmüyorsun. Ama çocuksan, gelişimin yavaşlıyor, şeker nedeniyle iç organların yavaş yavaş tahrip oluyor.  SSK demiş ki organlarda hasar yoksa ilaç da yok. İyi de ilacı zaten  hasar olmasın diye alıyor o çocuk. Ama kime anlatıyorsun. Aylık epey bir para tutuyor ilaç ve kadıncağız, ne yapacağını şaşırmış, durumda.

Hani SSK bütün tedavi masraflarını, karşılıyordu? Hani bütün hastaneler açıktı? Hani ücretsiz sağlık hizmeti?
Dostlar alışverişte görsün hizmeti bunun adı. Boğazın ağrıyorsa, bedava muayne, bedava ilaç. Nasılsa doktor pratisyen, maaşı üç kuruş, tedavisi desen o da ucuz. Allah daha ciddi hastalık vermesin. Çünkü paranız yoksa gerçekten Allah’a emanetsiniz.

Oysa tam tersi olmalı, boğazım ağrıdığında eczaneden bir tane 3 liralık  thera flu alıp  kendimi tedavi etmeyi ben de becerebilrim.  Devlet beni ciddi sağlık problemleriyle karşılaştığımda kollamalı. Neyse beni hayatta tutacak, sağlığımı kazanmamı temin edecek tedavi, onu yapmalı, ücretsiz tarafından.  Rabbim nerede isterse orada tedavi olan şanslı azınlığın ve avanelerinin tedavi masraflarını benim üzerime yıkıp, sonra da sağlık harcamaları çok yüksek deyip,  faturasını bana kesmemeli.

Ama nerde o sağduyulu, vicdanlı politikacılar. 40 yaşıma geldim, bu güne kadar bilmem 3 tane görebildim mi?

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kitap Okuma Alışkanlığı

Geçenlerde Doğan Hızlan’ın eski bir yazısını okudum. Edebiyat öğretmenleri isyanda diyordu. Öğrencilere kitap okutmakta zorluk çekiyorlarmış. Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği 100 temel eserden kitap seçmeleri istenince, öğrenciler en ince olanını seçmeye gayret ediyormuş. Bu kitapları okumak istemiyorlarmış. Doğan Hızlan da öğrencilerin bu durumuna mazeret buluyor kendince. Evinde kitap kütüphane görmeyen çocuk nasıl kitap okusun diyor. Anne babaları ve eğitim sistemini suçluyor. Ben edebiyat öğretmenlerinin şikayetlerine de, Doğan Hızlan’ın  öğrenciler adına bulduğu mazerete de katılmıyorum.  Eğitim sistemi hakkında söylediklerine katıldığımı  belirteyim hemen.  Ama burada bahsini geçirmek istediğim konu o değil tam olarak.

İlk itirazım, “ Kitap okunan evde büyüyen çocuk kitap okur,  büyükleri kitap okumayan çocuk bu alışkanlığı edinemez” tespitine. 
Çocukken en büyük hayalim, kitap dolu bir evde yaşamaktı, çünkü bizim evde kütüphane yoktu. Ders kitabı dışında kitap okumayı fuzuli gören bir annenin çocuğuyum ben. Babamın bana her hafta hiç aksatmadan aldığı milliyet çocuk dergileri, derslerime de bir katkısı olabilir  fikriyle istisna tutulurdu o kadar.  Annemle babamın mezun olduktan sonra ellerine tek bir kitap bile aldıklarını sanmıyorum. Ben görmedim.  Ama ben de, kızkardeşim de tam bir kitap kurduyuz.  Şu an evimde bir oda kütüphane, tam hayal ettiğim gibi.  Kızkardeşimin de salonunda bir duvar kütüphanedir. Şimdi gelelim işin ilginç yanına. Kardeşimin ikizleri var.  Kız, bize çekmiş, okumayı çok seviyor.  Ona kitap yetiştiremiyoruz diyebilirim. Ama oğlan, okumuyor. Ne yaptıksa nafile.  Eşim çizgi romanlarla  kazanmış kitap okuma alışkanlığını, sonra arkası gelmiş.  Buradan yola çıkarak çizgi romanlar aldık. Klasiklerin çizgi romanları, Red Kit, Teksas, Tommiks, hiç biri fayda etmedi.

İkinci itirazım, çocukların kitap okuma alışkanlığı olup olmadığının 100 temel eser ile tespit edilmeye çalışılmasına.  Benim kızım okumayı sever. National Geographic Kids ve Bilim Teknik en sevdiği dergilerdendir.  Kitap okumayı da sever. Ama sevdiği kitaplar yerli, yabancı güncel yazarlara ait kitaplar.  Hareketli, macera ve heyecan dolu kitapları büyük bir keyifle okuyor.  Ama 100 temel eser listesindeki kitapların çoğunluğundan nefret etti.  Çünkü Balzac’ın sayfalarca süren tasvirlerini okumaktan hoşlanmıyor. Ya da Robinson Crusoe ona inandırıcı gelmiyor. Çünkü bu çocuklar bilgisayar, uçak ve tüketim çağının çocukları. GSM, GPS, USB belli bir yaşın üzerindekiler için,  bir araya gelmiş harflerken, onlar için anlam ifade eden kelimeler.  Dünyanın görülmemiş, deşilmemiş hiçbir yeri kalmadı.  Issız ada hikayesi, ancak “Lost “dizisindeki gibi bir esrar içeriyorsa cazip.  Öte yandan, Kızım , Aziz Nesin’i çok seviyor. Çünkü hikayeleri genç, dinamik,yaşlanmıyor.

Artık  mesafeler  kısa, bilgiye ulaşmak hızlı, dolayısıyla bilgiyi eskitmek kolay, çünkü arkasından büyük bir süratle yenisi geliyor. Yavaş davranırsak geride kalırız. PCleri geliştirmek herhalde 30 yıl sürmüştür. Ama şimdi 3 ayda bir model yenileniyor. Tüketim de öyle, artık sadece mevsim başında alışveriş yapılmıyor çünkü mağazalar haftada bir koleksiyon değiştiriyor.  Bu sene giyilen ayakkabı bir sonraki yıl kullanılmıyor artık.

Böyle bir ortamda gençlerden hala Onlara tümüyle yabancı bir çağa ait eserleri okuyarak, okuma sevgisi kazanmalarını beklemek anlamsız. Bence edebiyat derslerinin müfredatı yeniden gözden geçirilse ve modernize edilse;  Öğretmenler durumun sandıkları kadar  vahim olmadığını görecekler.  

19 Eylül 2011 Pazartesi

OKUL SEÇİMİ: ZOR İŞ!..

Okullar açıldı bugün. Yeni bir eğitim öğretim yılı başladı.
Çocuklar için de koşuşturmaca başladı tabi. Dersler, kurslar, aktiviteler.
Eh okullar açılana kadar da anne babalar epey telaşlanıp koşturdular. Özellikle de çocuğu  bir okula ilk defa başlayacak olanlar.

İlköğretime başlarken okul seçimi derdi var. Özel okul mu,  devlet okulu mu?
Hadi karar verdiniz diyelim. Maddi durumunuz yeterli, özel okula vereceksiniz. Ardından ikinci soru; hangi okul? Çocuğumu en iyi liseye  sokacak okul mu olsun,  çocuğumu sosyalleştirip, okumayı sevdirecek okul mu olsun?

Öncelikle şunu belirteyim; okul seçiminin öncelikle  çocuğun kişiliğine göre yapılması taraftarıyım. İkinci sırada da velilerin beklentileri geliyor.

Yani baskıya gelemeyen, dayatmalardan hoşlanmayan bir çocuğunuz varsa başka okul; iç disiplini yüksek, hırslı, başarı odaklı bir çocuğunuz varsa başka okul seçeceksiniz. Aynı şekilde, sizin beklentileriniz de önemli. Eğer çcucuğunuzu küçük bir Einstein gibi görüyor ve okuldan bunu gerçekleştirmesini bekliyosanız farklı; çocuğum okulu sevsin, mutlu mutlu okula gidip gelsin, varsın ilk 500 ün içine girmesin diyorsanız farklı okul seçeceksiniz.

Yani,  ben kızım için okul seçimini bu şekilde yaptım. Baskıya gelemeyen, zoru görünce kaçmaya ve vazgeçmeye meyilli bir kızım var.  Ben  de çocuğumu yarış atı gibi koşturmaktan hoşlanmayan, hırsları olmayan bir anneyim. Çocuğumla ilgil gelecek beklentim, büyük okullar bitirsin, büyük işlerin insanı olsundan ziyade;  okumayı, öğrenmeyi, insanları  sevsin, ufku genişlesin,  büyüyünce de sevdiği, hayatını idame ettirebileceği bir iş sahibi olsun şeklinde.  Bu düşünceyle yola çıkarak okul arayınca, önünüze ilk sırada  Denizatı İlköğretim Okulu çıkıyordu.   Biz de anasınıfından  itibaren kızımı bu okula yazdırdık. Bu yıl 5. Sınıfı okuyacak. E verdiğimiz karardan hiç pişman değiliz. Zaman içinde kızım özgüvenini geliştirdi, istediğini elde etmek için mücadele etmeyi öğrendi, okumayı sevdi ve başarının zevkli bir şey olduğunu keşfetti.

Şimdi size Denizatı’nı tarif edeyim. Birkere hırs ve başarı odaklı bir okul değil. Listelerde en üst sıralarda yer alalım, daha da başarılı görünelim iddaları yok.  Bunun için ne başka okullardan başarılı öğrenci transfer ederler, ne de içlerindeki zayıf halkaları elemek adına, ortalamanın altında kalan çocuklara yol verirler.  Çocuğun okulu sevmesi, mutlu, özgüvenli, sosyal bir çocuk olarak yetişmesi öncelikli hedefleri, okul başarısı çocuğun kapasitesi varsa zaten ardından geliyor. 

Sonra eşitlikçi bir okul. Fiyatı sabittir. O veliye, bu tanıdığa göre ayarlanmaz. Ödediğiniz paraya ilaveten bir de servis ücreti ödersiniz. Onun dışında yıl içinde başka okul harcamanız olmaz. Çocuğunuzun, defter etiketinden, saç tokasına varıncaya kadar herşeyini okul verir. Kaybederse, bozarsa yenisini verir. Böylece cocuğunuza cicili bicili okul malzemeleri alma hevesiniz kursağınızda kalır. Öte yandan, "evde yepyeni aldığınız çantanın üzerinde ter ter tepinip ben arkadaşımın çantasından istiyorum, bunu istemiyorum" krizleri yaşanmaz.  

İlköğretimde ilk 3 yıl boyunca çocuklara sınav yapılmıyor. Açık not verilmiyor. Ama birebir öğretmen veli toplantılarında çocuğunuzun gerçek durumu sizinle paylaşılıyor ve daha iyi n’apılabilinir konuşuluyor. Böylece çocuğunuz akademik olarak yetersiz olduğu duygusunu asla yaşamıyor, özgüveni zedelenmiyor; aksine yükseliyor.  

Bu ilk 3 yılda çocukların yarıştığı tek konu yıl sonunda yapılan müzik etkinliğine  katılım seçmeleri.  Benim kızım yarışmaktan hoşlanmaz. Baştan kaybedeceğini varsayarak geri çekilir. Di demem lazım. Çünkü artık bu durumu aştı. Müzik korosuna girmeyi o kadar çok istiyordu ki,  seçilemeyince resmen yıkıldı. Müzik öğretmeni bu durumu görünce onunla konuşup,  niçin koroya giremediğini açıklamış ve başka bir hedef göstermiş. Eğer isterse ve çok çalışırsa mandolin korosuna girebileceğini söylemiş. Doğruya doğru kızmın sesi yok. Herhangi bir müzik aleti çalmaya da hevesi var ama, yetenek vasat. Ama öğretmeninin teşvikiyle o koroya girmek için o kadar çok çalıştı ki, sonunda girdiğinde dünyalar onun olmuştu. İstediği herşeyi yapabileceği konusundaki özgüveni ise tavan yapmıştı.  Dahası var; geçtiğimiz yıl müzik öğretmenleri “sizin sınıftan sadece 3  kişi kaldı koroya girmeyen , onlar da başarsa okulda rekor kıracaksınız” demiş. Çünkü  normalde her sınıfta 7-8 öğrenci girebiliyor gösteri grubuna.  Bütün sınıf birlik olup, o 3 kişiye mandolin dersi verdi. Hem de ne azimle. Zaman zaman metazoruyla.  Sonuç; başardılar.  Yıl boyunca çocuklara başarıyı tadabilecekleri, farklı alanlarda böyle ufak ufak fırsatlar yaratılıyor.

Şimdi diyebilirsiniz ki, akademik başarı nerede. Hep lay lay lom olmaz ki. Ama ilk 3 yıl akademik başarıdan ziyade çcucuğun okula alışması, okulu sevmesi, özgüven kazanması ve başarıyı  tanıyıp sevmesi önemli.  Bunlar tamam olunca, akademik başarı da arkadan geliyor.  Eksik kalmıyor.  Oysa çocuk okula alışmaya çalışırken sınav olduğunda olur da matemetikten düşük not alırsa, matematik zekası yok yaftası üzerine yapışıp kalıyor ve yıllarca o yaftayı üzerinden  atamıyor.

4. sınıfta sınavlar başlıyor. Ama öyle usul usul ve hafif şekilde başlıyor ki, çocuklar şaşırıp bunalmıyorlar. ilk sınavlarda hemen hepsi 100 aldı. Bunun verdiği özgüvenle ikinci, üçüncü sınavlara girdiler ve gerçek durumlarını ortaya koyan notlar aldılar. Ama artık 100 alamamalarını, kendi yetersizliklerine değil, sınavın zorluğuna verip, daha çok çalışmaya bilendiler.

Bu arada okulun bir başka önemli özelliğinden bahsedeyim. Açıkca dile getirilmese de okulumuz  öğrenci değil ama veli seçer.  Birbirine benzer profildeki velilerin çocuklarını (ilk 3 yıl) aynı sınıfa koyar.  Böyle çocuğunuz sosyal olarak kendini ezik ya da üstün hissetme duygusunu yaşamaz.  Kolay arkadaşlıklar kurar, kolay sosyalleşir. Tabi veliler de kolay kaynaşırlar. Hatta bu kaynaşma benim kızımın sınıfında olduğu gibi, topluca (neredeyse bütün sınıf, çoluk çocuk) Alanya’ya tatile gitmeye kadar varır.  Bu kadarı da abartı demeyin doğrudur. Okul yönetimi bile bu kadar kaynaşmayı  beklemiyordu sanırım.  En son geçtiğimiz baharda trenle yaptığımız bir Eskişehir gezimiz vardı.  Bizim vagona düşme talihsizliğine uğrayan 3-5 sair yolcu şahittir.  17 tane 10 yaşında çocuk bir vagona doluşursa ne olur sorusunun cevabını hep birlikte öğrendik; Çocuklara müthiş bir eğlence, diğer yolculara da işkence J.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Eskişehir Eski Değil Artık

Geçtiğimiz Nisan’da kızımın okuldan arkadaşları ve onların aileleriyle birlikte bir Eskişehir turu yaptık.
Turizmci bir arkadaşımız var.  Gezi  fikri sanırım ondan çıkmıştı. İlk duyduğumda şaşırdım. “Niye Eskişehir, nesi var ki gezilecek?” dedim.

Eskişehir’e en son 10- 11 yıl önce gitmiştim.  Orada yaşayan bir arkadaşımız Porsuk Çayının yanındaki bir öğrenci kahvesine götürmüştü bizi.  Kirli, boz bulanık rengiyle pek çekici değildi Porsuk. İstanbul’da bir yerden bir yere gitmek için trafikde saatler harcayan bana,  şehrin bir ucundan diğer ucuna  10  dakikada gitmek cazip gelmişti.  O kadar.

Arkadaşımızın önerisini duyunca, aklıma o görüntüler geldi ister istemez.  Hiç heveslenmedim. Sonra Gezi fikri, trenle gidilip gelinecek, profesyonel rehber eşliğinde gezilecek 2 günlük bir tura dönüştü.  Hafta sonu için daha cazip bir alternatifim yoktu. Ben de katıldım. Ama içimden   Eskişehiri gezmeye meraklı bu kadar insan olmasına da şaşırdım. Baksanıza turlar düzenleniyor.

Cumartesi sabah treni ile yola çıktık. 11 civarı Eskişehir garında tur operatörümüz bizi karşıladı, hep birlikte grubumuza ayrılmış olan konforlu otobüse bindik. 

İlk durak Anadolu Üniversitesi kampüsü idi.  Hadi bende bir şakınlık daha. Bir üniversite kampüsü turistik bir gezi durağı olsun. Aklım almadı. Kapı girişinde baktım başka tur otobüsleri de var kampüsü gezdiren. Aklıma kapısında polis bekleyen İstanbul Üniversitesi geldi.  İçeri girmek ne mümkün. Bir yandan kampüsü gezerken bir yandan rehberimiz bize kampüs hakkında bilgi veriyor.  Anlıyoruz ki burada kendi kendine yetebilen bir mini üniversite kenti yaratılmış. İçinde sinemasından, marketine, otelinden, TV stüdyosuna, japon bahçesinden, zanaat atölyelerine kadar aklınıza gelebilecek herşey var.  Çocuklar heyecanlandılar tabii. Baktım, hepsi “ben bu üniversitede okumak istiyorum, burası çok güzel  diyor” .

İster istemez merak ediyorsunuz, kimdir buranın mimarı diye. Karşımıza Eskişehir Büyük Şehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in adı çıktı. Hocanın rektörlüğü zamanında yapılmış pek çok şey. Hayranlık duymamak mümkün değil. Ve merak etmemek. Bir üniversite kampüsünü bu kadar düzenli, sistemli ve çekici kılan bir insan bir şehre belediye başkanı olduğunda neler yapmaz.
Ve gezinin devamında bu sorunun cevabını görüyoruz.  İnanılmaz, harika, muhteşem  şeyler yapmış Yılmaz Büyükerşen Eskişehir’e.  Şehir değişmiş dönüşmüş. Yaşanılası, özenilesi bir yer olmuş. Bir Orta Anadolu değil de, bir Avrupa kenti olmuş.

MFÖ’nün şarkısında dediği gibi, nerden başlasam, nasıl anlatsam.  Ne desem eksik kalacak, hayranlığımı, kıskançlığı ifade etmeye yetmeyecek. Hayranlık tamam da, kıskançlık ne demeyin sakın. Bir İstanbullu olarak, Eskişehirlileri kıskanmamak mümkün mü? Sözde dünyanın en büyük metropollerinden birinde yaşıyoruz.  Bir finans ve kültür merkezi.  Ama Eskişehir’i gördükten sonra anladım ki, şehir orasıymış. İstanbul ise… isim bulamadım koyacak. Bir büyük köy mü diyeyim. Fabrika mı diyeyim.  B,zler istanbulda yaşayanlar da  köleler. Biz istanbul da ömür geçiriyoruz. Yaşamıyoruz.  Yaşayan Eskişehirliler.  Kültür merkezi, parkları, kafeleri, artık yemyeşil bir renk almış olan Porsuk Çayı  üzerindeki rengarenk  köprüleri  ve her köşede karşınıza çıkan birbirinden güzel heykelleriyle yaşanılası bir şehir. Tüm bunları yapan da Yılmaz Büyükerşen ve ekibi. Hem de 10 yıl gibi bir sürede, hem de hepi topu 250 milyon dolar krediyle, hem de halka yük olmadan belediyeye yarattıkları yeni gelir kapılarıyla.

Mesela bir park yapılmış. İçinde bir masal şatosu var. İlk görüşte Disney’in şatosu sanıyorsun. Ama yanılıyorsun. Her bir kulesi  Türkiye’deki bilinen kulelerden biri. En büyük kulesi, Galata Kulesi mesala., bir diğeri  Beyazıt kulesi, bir başkası Yivli minare. Böyle böyle tam 7 tane kule var. Ve hepsi bir arada inanılmaz bir harmoy ile duruyorlar.  Sonra, Colomb’un gemisi Santa Maria’yı inşaa etmişler  bire bir ölçülerde.  Parka gelenler gezsin diye bütün parkı dolanan bir tren  yapmışlar.  Her yer yemyeşil parkta, koş, bisiklete bin, envai çeşit oyuncakta çocuklar oynasın. Kafeler, restoranlarda yemek ye, çayını, kahveni iç.  

Şehrin bir başka bölgesine başka bir park daha yapmışlar. Denizi bilmeyen, tatile gidemeyen Eskişehirliler,  gelsin faydalansın diye bir yapay plaj yapmışlar, yapay bir göletin kenarına. Kumların üzerinde şezlonglar, hasır şemsiyeler, soyunma kabinleri.  Tıpkı denize girer gibi yavaşça meyilleniyor ve derinleşiyor gölet. Ama yüzme bilmeyenleri tehlikeye atacak kadar derin değil.  350 m uzunluğu var bu plajın. Suda oynamak için değil de  yüzmek için geler de düşünülmüş ve bu parkın ine bir de olimpik yüzme havuzu eklenmiş. Giriş ücreti ne kadar dersiniz 3 lira.  Dostlar alışverişte görsün değil yani. Yapılanlar gerçekten halk için. Bir başa havuzda bir çeşit teleferik sistemi kurulmuş;  biri 100 diğeri 200 m uzunluğunda, su kayağı yapabiliyorsunuz orada. Bilmeyene öğretiyorlar, bazen gösteri yapıyorlar , gidip seyrediyorsunuz.  

Düğün salonu olarak inşa edilen bir yapıyı dönüştürüp, kültür merkezi yapmışlar. Bir tiyatro, bir de opera salonu var. Orkestra çukuru, çevresinde 360 derece dönebilen sahnesiyle gerçek bir opera sahnesi.  Sonra galalar için sekizgen formlu harika bir kokteyl salonu.  Bu salona girdiğinizde sizi iki şey çarpıyor. Birincisi muhteşem güzellikteki avizeler. Gerçek birer sanat eseri. Öğreniyoruz ki avizelerin tasarımları Yılmaz hocaya ait. Eskişehir’deki demir ve cam atölyelerinde yapılmış her bir parçası. Sonra salonun muhteşem desenli granit taşlarla kaplı zemine bakıyorsunuz. Bu da Eskişehir’de yapılmış. 

Zaten daha sonra öğreniyorz ki şehirde görüp hayran kaldığımız ne varsa, heykeller, köprüler, köprü korkulukları, gezinti  botları, kaldırım taşları aklınıza başka ne gelirse, hiç birisi kolaya kaçılıp ithal edilmemiş. Hepsi Eski şehir’de, Eskişehirli sanatçılar ve zaatkarlar tarafından tasarlanıp yapılmış. Hem gurur duyuyorsunuz, hem de diyorsunuz ki demek ki olabiliyormuş. Yerlere döşenecek kaldırım taşlarını Çinden ithal etmek gerekmiyormuş. Gezinti teknelerini denizi olmayan bir şehirde kurulan tersanede üretmek mümkün olabiliyormuş. Üstü camlı, çevreyi rahat görmemizi sağlayan tekneler, bütün gün porsuk çayında turist taşıyor. Yakında nehirden ulaşım da sağlanacak bu teknelerle.

Şehir de en hoşuma giden şeylerden birisi de her meydanda, her köşebaşında karşımıza çıkıveren heykeller oldu.  Anladım ki biz İstanbullular şehirleri güzelleştiren, farklı, özgün kılan heykelleri unutmuşuz.   Güzide ülkemin bir şehrinde heykeller göz zevkini bozduğu iddası ile yıkılırken, bir başka şehrinin heykellere donatılması ironik  geliyor bana. Allah Yılmaz Hoca’ya uzun ömür versin, Eskişehirlilerin başındna eksik etmesin diyorum.  Nasıl bir cennette yaşadıklarının farkında olup olmadıklarını merak edyorum.

Öte yandan iki gün yetmiyor eskişehiri gezmeye, görmeye. Cam sanatları müzesinden büyülenmiş olarak çıkıyorsunuz,  o eserlerin nasıl meydana geldiğini  ustasının elinden nasıl çıktığını merak ediyor, bir cam ustasını izlemek istiyorsunuz ama buna imkan yok. İçinize bir ukde oturuyor. Restore edilen odunpazarı semtini geziyoruz, ağzımız açık. Sonra lüle taşından yapılmış eşyalar alabileceğimiz el sanatları çarşısına uğruyoruz. Neye elimizi atsak almak istiyoruz. Tabii mümkün değil hepsini satın almak. Gözümüz kalıyor lüle taşı eserlerde.

Çabuk çabuk, devrim otomobilinin inşa edildiği fabrikayı geziyoruz. Şehir dışında arkeolojik kazıları devam eden höyükleri görmeye zaman kalmıyor.  Aklımız kalıyor. Başka bir sefere mutlaka gezmeli diye not düşüyoruz aklımızın bir köşesine.

O kadar gezdik tozduk, ayıptır diye yiyip içtiklerimizden bahsetmedim hiç.  Ama iki yer önereceğim; gidenler mutlaka uğrasın. Birisi Haller Gençlik Mekezi diye bir yer. Eski hal binasını restore etmişler;  içinde kafesi ,hediyelik eşya satan dükkanları olan çok hoş bir yer ortaya çıkmış.  İşte buradaki kafede bir su mukhallebisi ikram ediyorlar. Muh-te-şem.   Diğeri bir çiğbörek evi.  Adı da aynen böyle: Çi-Börek Evi.  Eskişehir bu böreği ile meşhur.  Belki her yerde çok güzel yapıyorlardır. Gidip görmediğim lokantaların da rızkını kesmiş olmayayım. Ama burada yediğim çi börek, yanında gelen sosları filan harikaydı. Bir porsiyonda 3 tane börek geliyor ve nasıl yediğinizi anlamıyorsunuz bile.

Velhasılı kelam, anlat anlat bitmiyor Eskişehir.  Gidip görmek gerek. Gezmek gerek. Sonra da düşünmek gerek: İstanbul’da eksik olan ne?
Ben kendimce cevabı biliyorum: Yılmaz Büyükerşen.

Bu arada bize Eskişehiri gezdiren Yöre Turizm gerçekten son derece profesyonel bir hizmet verdi.
Bunda firmanın Eskişehirli olmasının payı büyüktür sanırım.  Merak edenler firmaya http://www.yoretur.com/ adresinden ulaşabilirler.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Osman Müftüoğlu Hoca'nın Sağlıklı Yemek Tezine Cevabımdır!

Dr. Osman Müftüoğlu bugünkü yazısında “lezzet mi, sağlık mı” diye sormuş. Sonra da açıklamış; lezzetsiz yemek sağlıklı olamaz!.. Bu açıklamayı okuyunca çok sevindim. Hemen yazının devamına da göz gezdirdim, ama gerisi umduğum gibi çıkmadı.
Lezzetsiz yemek sağlıklı olmazmış, çünkü insanı ya aç kalmaya, ya da daha fazla yemeye sevkedermiş.  O halde lezzetli yemek yemeliymişiz ama içine koyduğumuz malzemeye ve  pişirme tekniklerine dikkat ederek. Neymiş o pişirme teknikleri, buharda pişirme, düdüklüde haşlama, fırında ızgara. Lezzetli yemek için öyle yağ kullanmaya pek de hacet yokmuş, baharatlarla tatlandırabilirmişiz yediklerimizi.  Yağsız yoğurt, hardal ve ketçap (hayret) da yemeklerimize lezzet katacak soslarmış.  Yani hem sağlıklı hem lezzetli yemek yapmak mümkünmüş.
Valla sizi bilmem, ama benim kulağıma hiç lezzet çağrıştırmıyor bu pişirme teknikleri. Bu şekilde, şöyle güzel bir karnıyarık pişirebilir mi insan? Ya da zeytinyağlı taze fasulyeyi, soğanını domatesini kavurmadan, yekten doldurup düdüklü tencereye pişirsek, aynı lezzeti yakalayabilir rmiyiz ki?
Yemekleri fazla pişirmek, içindeki vitaminleri öldürüyormuş. En iyisi meyveleri, sebzeleri çiğ tüketmekmiş. Eh tamam da hepsinin yeri başka. Bulgur pilavının yanına kayısı hoşafı süper gider, ama çiğ çiğ kayısı yenmez ki. Semiz otunun salatasını yaptık, çiğ yedik. Peki ıspanaklı börek nasıl olacak? İşin o kısmına değinmemiş Osman Müftüoğlu Hoca. Ama içinde un ve yağ olduğu için cısss!... muhtemelen tarihin tozlu sayfalarına gömülecek ıspanaklı börek, tüm diğer hamurişleriyle birlikte.
Yiyeceği kahverengileştirmek (yani kızartmak, kavurmak) kanserojen olabilecek bir takım maddelerin açığa çıkmasına sebep olabiliyormuş. Bu ne demek? Elveda mangal keyfi. Cızbız köfte ya da, kızarmış kalem pirzolalara da “çav” diyebilirsiniz. Malum biz eti kırmızı değil kahverengi yemeyi severiz. Çoban kavurma ve külbastı da nostaljik yemek isimleri arasında yerlerini alırlar artık. Yaz akşamlarının vazgeçilmezi, patlıcan, biber, kabak  kızartmasını napsak acaba? Üzerine dökeceğimiz sarmısaklı yoğurt yağsız tarafından olursa vaziyeti kurtarabilir mi?  Hiç sanmam. Fırında ızgara etmeyi deneyebiliriz sebzeleri söyle hafif tarafından, kahverengileştirmeden(!). Sarmısaklı yoğurdun da yardımıyla nefis körleyebilirz belki.  
Off, offf!... olmuyor Hocam olmuyor.  Kendimizi kandırmayalım. Sağlıklı yiyecek lezzetli olmuyor işte. Birinden birini seçeceksin. Ya sağlıklı, ince bir beden. Ya da  mis gibi tereyağlı pirinç pilavı, fırından yeni çıkmış nefis karnıyarık, yanında bol zeytinyağlı, limonlu çoban salata- ki  fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğini suyuna bandırabilesin- üzerine de şöyle kaymaklı dondurmalı bir kadayıf, ya da kazandibi, ya da tavukgöğsü, ya da baklava, ya da, ya da, da da da….sonu gelmiyor.. Aklıma her ne gelirse bu yemeğe ekleyebileceğim, hepsi sağlıksız, hepsinin br kusuru var. Hah!.  yemeğin sonuna bir dilim karpuz yersek tatlı kısmını kurtarmış olabiliriz en azından, değil mi?
Yaz günü insanın hafif yiyesi geliyor ne de olsa!..

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Çocukla tatile çıkmak akıl karı mıdır? Peki ya bir bebekle?

Çocukla birlikte tatile çıkmak akıl karı bir iş midir?

Peki ya 9 aylık bir bebekle? Anne sütünü kesmiş, mamaya geçmiş. Sebze çorbası yemeye başlamış ama yağsız, tuzsuz, baharatsız. Yoğurt yiyor ama evde yapılmışını. Meyve suyu içiyor ama evde sıkılmışını.

Ote yandan tatil deyince aklına kaydıraklı havuz gelen 10 yaşında bir çocuğunuz daha var. Onun da gönlünü etmek lazım.
N’aparsınız?
Hem çocuğunuzla hem bebeğinizle rahat edeceğiniz bir tatil köyü ya da otel ararsınız.
Ben de öyle yaptım.

Bebek dostu birkaç tane otel ve tatil köyü var. Sadece valizinizi ve bebeğinizi alıp gidiyorsunuz. Puset, mama sandalyesi, biberon ısıtıcısı, dezenfekte edicisi, maması vb herşey orada var. Bebekler için özel açık büfe var. En organiğinden, meyve püreleri, meyve suları, bebek bisküvileri, mamaları ile dolu. Ya da istediğiniz sebzeleri ya da meyveleri gösteriyorsunuz, blendırda çekip iki dakikada hazır ediveriyorlar, sebze ya da meyve püresini.   Bebek ne yiyecek, biberonlar nasıl temizlenecek hiç dert etmiyorsun. Ya da bir akşamcık kocanla başbaşa  bir iki saat mi geçirmek istiyorsun.. Hoop çağırıveriyorsun bakıcıyı . ekstraya giriyor tabi bu hizmet. Ücretli yani. Ama olsun. İnsan bir akşamcık olsun bebek ağlamasıyla bölünmeden yemek yiyip, iki çift laf etmek istiyor kocasıyla.
Böyle bakınca bebekli tatil hiç de zor değil. En zor yanı valiz toplamak.

Ama, amaaaaaa… evvet bir aması var... büyük harfli bir AMA hem de.
Bütün bu rahata ancak tatile verecek çok paranız varsa kavuşabilirsiniz.  
Hemen kulaklarımda “ne kadar çok” sorusu çınladı. Tabi çok para kavramı kişiden kişiye değişir. Mesela benim için çok pahalı olan  bir tatil köyünü geçenlerde Ayşe Arman herkese tavsiye ediyordu. “harika, şahane, mutlaka çoluğunuzu çocuğunuz alın gidin, çok eğlenirsiniz” diyordu.  Ben fukaralık edebiyatı yapmayacağım. Asgari ücreti kıstas almıyorum. ( Onlar yaşamayı nasıl başarıyorlar bir muamma benim için.  Hatta bir tür mucize. Bilmem farkındalar mı her gün mucize yarattıklarının. ) Eğitimli, karı koca çalışan, orta halliden iyice bir aileyiz. İşte, oturacak bir evi , jetta, focus, serisinden bir arabası olan, çocuklarını  (robert kolej olamasa da ) özel okula yollayan, yılda bir  iki kez tatile çıkan. Ama yine de harcamalarını hesaplı yapmak durumunda olan.

 Bu yıl eve bir bebek gelince, doğal olarak bebekle rahat tatil yapabileceğim otelleri araştırdım. Bir kere sayıları şaışalacak kadar az.  Öyle her bebek dostuyuz diyen otel bebekle konaklamaya uygun olmuyor maalesef. Onların kastettiği çocuk havuzu, oyun bahçesi, oysa benim aradıklarım yukarıda saydıklarım. Tur şirketleri de bu konuda çok bilgili değiller maalesef. Ben ancak iki isme ulaşabildim ( ki şimdi burada isimleri lazım değil, ama bir tanesi  Ayşe Arman’ın methiyeler düzdüğü tatil köyü). Bir sevinç rezervasyon için tur şirketinde aldım soluğu. Ve yumruğu yedim. 4 kişilk ailemizin (ki hatırlatırım birisi 9 aylık bir bebek, bir diğeri 10 yaşında bir çocuk) gecelik konaklama ücreti 1250 TL. Yanlış okumadınız, binikiyüzelli lira. Bu hesapla bir haftalık  bir tatilin sadece konaklama ücreti 8750 TL. Benim maaşım o kadar değil.Taksite böldürsen kaç yazar. 5 gün tatile git, sonra ev kirası gibi aylarca taksit öde. Olacak iş değil tabii. Ben yediğim yumruğun sersemliğini atlatmaya çalışırken, tur operatörü olan şeker kız, üzgünce başını salladı. Maalesef yer yokmuş istediğimiz tarihlerde, hatta ekim ayına kadar doluymuş. Ben de bozuntuya vermedim, başımı salladım üzgünce, “hayallah bebekle gidebileceğim başka yer de yoktu o saydıklarınız dışında, ben n’apabilirim bi düşüniyim”
Bir daha dönmemek üzere fırladım tur şirketinden dışarı.

Allah Kerim. Bulacağız bir yolunu nasıl olsa.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Merhaba

Yeni bir günlüğe başlarken, sıradan bir başlık gibi görünüyor "merhaba".  Halbuki benim aklımda,  Egemen Bostancı müzikallerinin başlangıç şarkısı vardı.  Hani Erol Evgin ve Nevra Serezli önde,  içlerinde Çiğdem Tunç, "Bambi" Burçin Orhon ve "şehla" Yaprak Özdemir'in de bulunduğu dansçıların arkada dans edip şarkı söylediği müzikaller vardır ya; "Merhaba size, merhabaaa" şeklinde sözlerini anımsayamadığım bir şarkı söyleyerek başlarlar gösteriye. Yüzünüzde bir gülümseme ile izlersiniz.  İşte öyle.  Neşeli müzikli bir merhaba bu.

Yıllardır günlük tutarım.  İlkbaşlarda herşeyi yazardım günlüklerime. Daha doğrusu yaşadığım hemen her günü. Demek o yaşlarda vaktim varmış. Sonra sonra her gün değil de, önemli şeyleri yazmaya başladım.  Geçen yıllarla birlikte yazılarımın arası gittikçe seyreldi. Hatta bir ara  günlüğümü sadece  ağlama duvarı olarak kullandım.  İçimdekileri; kırgınlıklarımı, kederlerimi, söyleyemediklerimi yazdım.  Çünkü o sıralarda internet ve mail denen icat gelişmiş, herkesin elinin altına yerleşmişti.  Dışımdakileri; gezip, gördüklerimi, beğenip, sevdilkerimi mail vasıtasıyla bütün arkadaşlarımla paylaşır olmuştum.

Şimdiyse hem içimdekileri hem dışımdakileri bu sanal günlüğe yazıp, kamuya açmak niyetimdeyim. Buyurun gelin, okuyun, yorum yazın.

Hoş kimse okuyacak mı onu da bilmiyorum. Bir umut işte. Hayalimde, pekçok kişinin okuduğu, okurken kendinden bir şeyler bulduğu, kendi içindekileri dışındakileri paylaştığı, açık kalpli bir blog var.  İnşallah tutar, inşallah!...