25 Ağustos 2011 Perşembe

Eskişehir Eski Değil Artık

Geçtiğimiz Nisan’da kızımın okuldan arkadaşları ve onların aileleriyle birlikte bir Eskişehir turu yaptık.
Turizmci bir arkadaşımız var.  Gezi  fikri sanırım ondan çıkmıştı. İlk duyduğumda şaşırdım. “Niye Eskişehir, nesi var ki gezilecek?” dedim.

Eskişehir’e en son 10- 11 yıl önce gitmiştim.  Orada yaşayan bir arkadaşımız Porsuk Çayının yanındaki bir öğrenci kahvesine götürmüştü bizi.  Kirli, boz bulanık rengiyle pek çekici değildi Porsuk. İstanbul’da bir yerden bir yere gitmek için trafikde saatler harcayan bana,  şehrin bir ucundan diğer ucuna  10  dakikada gitmek cazip gelmişti.  O kadar.

Arkadaşımızın önerisini duyunca, aklıma o görüntüler geldi ister istemez.  Hiç heveslenmedim. Sonra Gezi fikri, trenle gidilip gelinecek, profesyonel rehber eşliğinde gezilecek 2 günlük bir tura dönüştü.  Hafta sonu için daha cazip bir alternatifim yoktu. Ben de katıldım. Ama içimden   Eskişehiri gezmeye meraklı bu kadar insan olmasına da şaşırdım. Baksanıza turlar düzenleniyor.

Cumartesi sabah treni ile yola çıktık. 11 civarı Eskişehir garında tur operatörümüz bizi karşıladı, hep birlikte grubumuza ayrılmış olan konforlu otobüse bindik. 

İlk durak Anadolu Üniversitesi kampüsü idi.  Hadi bende bir şakınlık daha. Bir üniversite kampüsü turistik bir gezi durağı olsun. Aklım almadı. Kapı girişinde baktım başka tur otobüsleri de var kampüsü gezdiren. Aklıma kapısında polis bekleyen İstanbul Üniversitesi geldi.  İçeri girmek ne mümkün. Bir yandan kampüsü gezerken bir yandan rehberimiz bize kampüs hakkında bilgi veriyor.  Anlıyoruz ki burada kendi kendine yetebilen bir mini üniversite kenti yaratılmış. İçinde sinemasından, marketine, otelinden, TV stüdyosuna, japon bahçesinden, zanaat atölyelerine kadar aklınıza gelebilecek herşey var.  Çocuklar heyecanlandılar tabii. Baktım, hepsi “ben bu üniversitede okumak istiyorum, burası çok güzel  diyor” .

İster istemez merak ediyorsunuz, kimdir buranın mimarı diye. Karşımıza Eskişehir Büyük Şehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in adı çıktı. Hocanın rektörlüğü zamanında yapılmış pek çok şey. Hayranlık duymamak mümkün değil. Ve merak etmemek. Bir üniversite kampüsünü bu kadar düzenli, sistemli ve çekici kılan bir insan bir şehre belediye başkanı olduğunda neler yapmaz.
Ve gezinin devamında bu sorunun cevabını görüyoruz.  İnanılmaz, harika, muhteşem  şeyler yapmış Yılmaz Büyükerşen Eskişehir’e.  Şehir değişmiş dönüşmüş. Yaşanılası, özenilesi bir yer olmuş. Bir Orta Anadolu değil de, bir Avrupa kenti olmuş.

MFÖ’nün şarkısında dediği gibi, nerden başlasam, nasıl anlatsam.  Ne desem eksik kalacak, hayranlığımı, kıskançlığı ifade etmeye yetmeyecek. Hayranlık tamam da, kıskançlık ne demeyin sakın. Bir İstanbullu olarak, Eskişehirlileri kıskanmamak mümkün mü? Sözde dünyanın en büyük metropollerinden birinde yaşıyoruz.  Bir finans ve kültür merkezi.  Ama Eskişehir’i gördükten sonra anladım ki, şehir orasıymış. İstanbul ise… isim bulamadım koyacak. Bir büyük köy mü diyeyim. Fabrika mı diyeyim.  B,zler istanbulda yaşayanlar da  köleler. Biz istanbul da ömür geçiriyoruz. Yaşamıyoruz.  Yaşayan Eskişehirliler.  Kültür merkezi, parkları, kafeleri, artık yemyeşil bir renk almış olan Porsuk Çayı  üzerindeki rengarenk  köprüleri  ve her köşede karşınıza çıkan birbirinden güzel heykelleriyle yaşanılası bir şehir. Tüm bunları yapan da Yılmaz Büyükerşen ve ekibi. Hem de 10 yıl gibi bir sürede, hem de hepi topu 250 milyon dolar krediyle, hem de halka yük olmadan belediyeye yarattıkları yeni gelir kapılarıyla.

Mesela bir park yapılmış. İçinde bir masal şatosu var. İlk görüşte Disney’in şatosu sanıyorsun. Ama yanılıyorsun. Her bir kulesi  Türkiye’deki bilinen kulelerden biri. En büyük kulesi, Galata Kulesi mesala., bir diğeri  Beyazıt kulesi, bir başkası Yivli minare. Böyle böyle tam 7 tane kule var. Ve hepsi bir arada inanılmaz bir harmoy ile duruyorlar.  Sonra, Colomb’un gemisi Santa Maria’yı inşaa etmişler  bire bir ölçülerde.  Parka gelenler gezsin diye bütün parkı dolanan bir tren  yapmışlar.  Her yer yemyeşil parkta, koş, bisiklete bin, envai çeşit oyuncakta çocuklar oynasın. Kafeler, restoranlarda yemek ye, çayını, kahveni iç.  

Şehrin bir başka bölgesine başka bir park daha yapmışlar. Denizi bilmeyen, tatile gidemeyen Eskişehirliler,  gelsin faydalansın diye bir yapay plaj yapmışlar, yapay bir göletin kenarına. Kumların üzerinde şezlonglar, hasır şemsiyeler, soyunma kabinleri.  Tıpkı denize girer gibi yavaşça meyilleniyor ve derinleşiyor gölet. Ama yüzme bilmeyenleri tehlikeye atacak kadar derin değil.  350 m uzunluğu var bu plajın. Suda oynamak için değil de  yüzmek için geler de düşünülmüş ve bu parkın ine bir de olimpik yüzme havuzu eklenmiş. Giriş ücreti ne kadar dersiniz 3 lira.  Dostlar alışverişte görsün değil yani. Yapılanlar gerçekten halk için. Bir başa havuzda bir çeşit teleferik sistemi kurulmuş;  biri 100 diğeri 200 m uzunluğunda, su kayağı yapabiliyorsunuz orada. Bilmeyene öğretiyorlar, bazen gösteri yapıyorlar , gidip seyrediyorsunuz.  

Düğün salonu olarak inşa edilen bir yapıyı dönüştürüp, kültür merkezi yapmışlar. Bir tiyatro, bir de opera salonu var. Orkestra çukuru, çevresinde 360 derece dönebilen sahnesiyle gerçek bir opera sahnesi.  Sonra galalar için sekizgen formlu harika bir kokteyl salonu.  Bu salona girdiğinizde sizi iki şey çarpıyor. Birincisi muhteşem güzellikteki avizeler. Gerçek birer sanat eseri. Öğreniyoruz ki avizelerin tasarımları Yılmaz hocaya ait. Eskişehir’deki demir ve cam atölyelerinde yapılmış her bir parçası. Sonra salonun muhteşem desenli granit taşlarla kaplı zemine bakıyorsunuz. Bu da Eskişehir’de yapılmış. 

Zaten daha sonra öğreniyorz ki şehirde görüp hayran kaldığımız ne varsa, heykeller, köprüler, köprü korkulukları, gezinti  botları, kaldırım taşları aklınıza başka ne gelirse, hiç birisi kolaya kaçılıp ithal edilmemiş. Hepsi Eski şehir’de, Eskişehirli sanatçılar ve zaatkarlar tarafından tasarlanıp yapılmış. Hem gurur duyuyorsunuz, hem de diyorsunuz ki demek ki olabiliyormuş. Yerlere döşenecek kaldırım taşlarını Çinden ithal etmek gerekmiyormuş. Gezinti teknelerini denizi olmayan bir şehirde kurulan tersanede üretmek mümkün olabiliyormuş. Üstü camlı, çevreyi rahat görmemizi sağlayan tekneler, bütün gün porsuk çayında turist taşıyor. Yakında nehirden ulaşım da sağlanacak bu teknelerle.

Şehir de en hoşuma giden şeylerden birisi de her meydanda, her köşebaşında karşımıza çıkıveren heykeller oldu.  Anladım ki biz İstanbullular şehirleri güzelleştiren, farklı, özgün kılan heykelleri unutmuşuz.   Güzide ülkemin bir şehrinde heykeller göz zevkini bozduğu iddası ile yıkılırken, bir başka şehrinin heykellere donatılması ironik  geliyor bana. Allah Yılmaz Hoca’ya uzun ömür versin, Eskişehirlilerin başındna eksik etmesin diyorum.  Nasıl bir cennette yaşadıklarının farkında olup olmadıklarını merak edyorum.

Öte yandan iki gün yetmiyor eskişehiri gezmeye, görmeye. Cam sanatları müzesinden büyülenmiş olarak çıkıyorsunuz,  o eserlerin nasıl meydana geldiğini  ustasının elinden nasıl çıktığını merak ediyor, bir cam ustasını izlemek istiyorsunuz ama buna imkan yok. İçinize bir ukde oturuyor. Restore edilen odunpazarı semtini geziyoruz, ağzımız açık. Sonra lüle taşından yapılmış eşyalar alabileceğimiz el sanatları çarşısına uğruyoruz. Neye elimizi atsak almak istiyoruz. Tabii mümkün değil hepsini satın almak. Gözümüz kalıyor lüle taşı eserlerde.

Çabuk çabuk, devrim otomobilinin inşa edildiği fabrikayı geziyoruz. Şehir dışında arkeolojik kazıları devam eden höyükleri görmeye zaman kalmıyor.  Aklımız kalıyor. Başka bir sefere mutlaka gezmeli diye not düşüyoruz aklımızın bir köşesine.

O kadar gezdik tozduk, ayıptır diye yiyip içtiklerimizden bahsetmedim hiç.  Ama iki yer önereceğim; gidenler mutlaka uğrasın. Birisi Haller Gençlik Mekezi diye bir yer. Eski hal binasını restore etmişler;  içinde kafesi ,hediyelik eşya satan dükkanları olan çok hoş bir yer ortaya çıkmış.  İşte buradaki kafede bir su mukhallebisi ikram ediyorlar. Muh-te-şem.   Diğeri bir çiğbörek evi.  Adı da aynen böyle: Çi-Börek Evi.  Eskişehir bu böreği ile meşhur.  Belki her yerde çok güzel yapıyorlardır. Gidip görmediğim lokantaların da rızkını kesmiş olmayayım. Ama burada yediğim çi börek, yanında gelen sosları filan harikaydı. Bir porsiyonda 3 tane börek geliyor ve nasıl yediğinizi anlamıyorsunuz bile.

Velhasılı kelam, anlat anlat bitmiyor Eskişehir.  Gidip görmek gerek. Gezmek gerek. Sonra da düşünmek gerek: İstanbul’da eksik olan ne?
Ben kendimce cevabı biliyorum: Yılmaz Büyükerşen.

Bu arada bize Eskişehiri gezdiren Yöre Turizm gerçekten son derece profesyonel bir hizmet verdi.
Bunda firmanın Eskişehirli olmasının payı büyüktür sanırım.  Merak edenler firmaya http://www.yoretur.com/ adresinden ulaşabilirler.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Osman Müftüoğlu Hoca'nın Sağlıklı Yemek Tezine Cevabımdır!

Dr. Osman Müftüoğlu bugünkü yazısında “lezzet mi, sağlık mı” diye sormuş. Sonra da açıklamış; lezzetsiz yemek sağlıklı olamaz!.. Bu açıklamayı okuyunca çok sevindim. Hemen yazının devamına da göz gezdirdim, ama gerisi umduğum gibi çıkmadı.
Lezzetsiz yemek sağlıklı olmazmış, çünkü insanı ya aç kalmaya, ya da daha fazla yemeye sevkedermiş.  O halde lezzetli yemek yemeliymişiz ama içine koyduğumuz malzemeye ve  pişirme tekniklerine dikkat ederek. Neymiş o pişirme teknikleri, buharda pişirme, düdüklüde haşlama, fırında ızgara. Lezzetli yemek için öyle yağ kullanmaya pek de hacet yokmuş, baharatlarla tatlandırabilirmişiz yediklerimizi.  Yağsız yoğurt, hardal ve ketçap (hayret) da yemeklerimize lezzet katacak soslarmış.  Yani hem sağlıklı hem lezzetli yemek yapmak mümkünmüş.
Valla sizi bilmem, ama benim kulağıma hiç lezzet çağrıştırmıyor bu pişirme teknikleri. Bu şekilde, şöyle güzel bir karnıyarık pişirebilir mi insan? Ya da zeytinyağlı taze fasulyeyi, soğanını domatesini kavurmadan, yekten doldurup düdüklü tencereye pişirsek, aynı lezzeti yakalayabilir rmiyiz ki?
Yemekleri fazla pişirmek, içindeki vitaminleri öldürüyormuş. En iyisi meyveleri, sebzeleri çiğ tüketmekmiş. Eh tamam da hepsinin yeri başka. Bulgur pilavının yanına kayısı hoşafı süper gider, ama çiğ çiğ kayısı yenmez ki. Semiz otunun salatasını yaptık, çiğ yedik. Peki ıspanaklı börek nasıl olacak? İşin o kısmına değinmemiş Osman Müftüoğlu Hoca. Ama içinde un ve yağ olduğu için cısss!... muhtemelen tarihin tozlu sayfalarına gömülecek ıspanaklı börek, tüm diğer hamurişleriyle birlikte.
Yiyeceği kahverengileştirmek (yani kızartmak, kavurmak) kanserojen olabilecek bir takım maddelerin açığa çıkmasına sebep olabiliyormuş. Bu ne demek? Elveda mangal keyfi. Cızbız köfte ya da, kızarmış kalem pirzolalara da “çav” diyebilirsiniz. Malum biz eti kırmızı değil kahverengi yemeyi severiz. Çoban kavurma ve külbastı da nostaljik yemek isimleri arasında yerlerini alırlar artık. Yaz akşamlarının vazgeçilmezi, patlıcan, biber, kabak  kızartmasını napsak acaba? Üzerine dökeceğimiz sarmısaklı yoğurt yağsız tarafından olursa vaziyeti kurtarabilir mi?  Hiç sanmam. Fırında ızgara etmeyi deneyebiliriz sebzeleri söyle hafif tarafından, kahverengileştirmeden(!). Sarmısaklı yoğurdun da yardımıyla nefis körleyebilirz belki.  
Off, offf!... olmuyor Hocam olmuyor.  Kendimizi kandırmayalım. Sağlıklı yiyecek lezzetli olmuyor işte. Birinden birini seçeceksin. Ya sağlıklı, ince bir beden. Ya da  mis gibi tereyağlı pirinç pilavı, fırından yeni çıkmış nefis karnıyarık, yanında bol zeytinyağlı, limonlu çoban salata- ki  fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğini suyuna bandırabilesin- üzerine de şöyle kaymaklı dondurmalı bir kadayıf, ya da kazandibi, ya da tavukgöğsü, ya da baklava, ya da, ya da, da da da….sonu gelmiyor.. Aklıma her ne gelirse bu yemeğe ekleyebileceğim, hepsi sağlıksız, hepsinin br kusuru var. Hah!.  yemeğin sonuna bir dilim karpuz yersek tatlı kısmını kurtarmış olabiliriz en azından, değil mi?
Yaz günü insanın hafif yiyesi geliyor ne de olsa!..

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Çocukla tatile çıkmak akıl karı mıdır? Peki ya bir bebekle?

Çocukla birlikte tatile çıkmak akıl karı bir iş midir?

Peki ya 9 aylık bir bebekle? Anne sütünü kesmiş, mamaya geçmiş. Sebze çorbası yemeye başlamış ama yağsız, tuzsuz, baharatsız. Yoğurt yiyor ama evde yapılmışını. Meyve suyu içiyor ama evde sıkılmışını.

Ote yandan tatil deyince aklına kaydıraklı havuz gelen 10 yaşında bir çocuğunuz daha var. Onun da gönlünü etmek lazım.
N’aparsınız?
Hem çocuğunuzla hem bebeğinizle rahat edeceğiniz bir tatil köyü ya da otel ararsınız.
Ben de öyle yaptım.

Bebek dostu birkaç tane otel ve tatil köyü var. Sadece valizinizi ve bebeğinizi alıp gidiyorsunuz. Puset, mama sandalyesi, biberon ısıtıcısı, dezenfekte edicisi, maması vb herşey orada var. Bebekler için özel açık büfe var. En organiğinden, meyve püreleri, meyve suları, bebek bisküvileri, mamaları ile dolu. Ya da istediğiniz sebzeleri ya da meyveleri gösteriyorsunuz, blendırda çekip iki dakikada hazır ediveriyorlar, sebze ya da meyve püresini.   Bebek ne yiyecek, biberonlar nasıl temizlenecek hiç dert etmiyorsun. Ya da bir akşamcık kocanla başbaşa  bir iki saat mi geçirmek istiyorsun.. Hoop çağırıveriyorsun bakıcıyı . ekstraya giriyor tabi bu hizmet. Ücretli yani. Ama olsun. İnsan bir akşamcık olsun bebek ağlamasıyla bölünmeden yemek yiyip, iki çift laf etmek istiyor kocasıyla.
Böyle bakınca bebekli tatil hiç de zor değil. En zor yanı valiz toplamak.

Ama, amaaaaaa… evvet bir aması var... büyük harfli bir AMA hem de.
Bütün bu rahata ancak tatile verecek çok paranız varsa kavuşabilirsiniz.  
Hemen kulaklarımda “ne kadar çok” sorusu çınladı. Tabi çok para kavramı kişiden kişiye değişir. Mesela benim için çok pahalı olan  bir tatil köyünü geçenlerde Ayşe Arman herkese tavsiye ediyordu. “harika, şahane, mutlaka çoluğunuzu çocuğunuz alın gidin, çok eğlenirsiniz” diyordu.  Ben fukaralık edebiyatı yapmayacağım. Asgari ücreti kıstas almıyorum. ( Onlar yaşamayı nasıl başarıyorlar bir muamma benim için.  Hatta bir tür mucize. Bilmem farkındalar mı her gün mucize yarattıklarının. ) Eğitimli, karı koca çalışan, orta halliden iyice bir aileyiz. İşte, oturacak bir evi , jetta, focus, serisinden bir arabası olan, çocuklarını  (robert kolej olamasa da ) özel okula yollayan, yılda bir  iki kez tatile çıkan. Ama yine de harcamalarını hesaplı yapmak durumunda olan.

 Bu yıl eve bir bebek gelince, doğal olarak bebekle rahat tatil yapabileceğim otelleri araştırdım. Bir kere sayıları şaışalacak kadar az.  Öyle her bebek dostuyuz diyen otel bebekle konaklamaya uygun olmuyor maalesef. Onların kastettiği çocuk havuzu, oyun bahçesi, oysa benim aradıklarım yukarıda saydıklarım. Tur şirketleri de bu konuda çok bilgili değiller maalesef. Ben ancak iki isme ulaşabildim ( ki şimdi burada isimleri lazım değil, ama bir tanesi  Ayşe Arman’ın methiyeler düzdüğü tatil köyü). Bir sevinç rezervasyon için tur şirketinde aldım soluğu. Ve yumruğu yedim. 4 kişilk ailemizin (ki hatırlatırım birisi 9 aylık bir bebek, bir diğeri 10 yaşında bir çocuk) gecelik konaklama ücreti 1250 TL. Yanlış okumadınız, binikiyüzelli lira. Bu hesapla bir haftalık  bir tatilin sadece konaklama ücreti 8750 TL. Benim maaşım o kadar değil.Taksite böldürsen kaç yazar. 5 gün tatile git, sonra ev kirası gibi aylarca taksit öde. Olacak iş değil tabii. Ben yediğim yumruğun sersemliğini atlatmaya çalışırken, tur operatörü olan şeker kız, üzgünce başını salladı. Maalesef yer yokmuş istediğimiz tarihlerde, hatta ekim ayına kadar doluymuş. Ben de bozuntuya vermedim, başımı salladım üzgünce, “hayallah bebekle gidebileceğim başka yer de yoktu o saydıklarınız dışında, ben n’apabilirim bi düşüniyim”
Bir daha dönmemek üzere fırladım tur şirketinden dışarı.

Allah Kerim. Bulacağız bir yolunu nasıl olsa.