8 Aralık 2016 Perşembe

İSRAF, İMAM HATİPLERDE HARAM SAYILMIYOR MU?

Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman'ın İmam Hatip okulları hakkındaki 24 kasım tarihli yazısını okudum ve yazıda verdiği rakamları doğru kabul ederek bir hesap yaptım. 

Yaptığım hesaba geçmeden evvel şunu belirteyim ki, imam hatip okullarına karşı değilim. Bu ülkede yaşayan ve vergi veren herkesin evladına arzu ettiği şekilde eğitim aldırma hakkı olduğuna inanıyorum. Nasıl batılı yaşam tarzını benimseyen bir kişi evladını yabancı isimli  okullara (ki hepsi özel, dünyanın parasını veriyorlar) gönderebiliyor, islami yaşam tarzını benimseyen birisi de evladını bu yönde eğitim alacağı bir okula (ki büyük çoğunluğu devlet okuludur, bedavadır) gönderebilmelidir. 

Halkın büyük kısmı ise çocuğunu laik ve milli eğitim anlayışına uygun eğitim veren okullara gönderiyor. Veliler çocukları iyi eğitim alabilsin diye daha ana sınıfında okul ve öğretmen arama telaşına düşüyor, adrese göre kayıt sistemi olduğundan eğitimin daha iyi olduğuna inandığı okula çocuğunu verebilmek için ciddi kayıt paraları ödüyorlar. Sonrasında TEOG'a hazırlık dönemi ve iyi bir liseye kapak atabilme yarışı başlıyor. 
  
Bu okullarda  sınıf mecutları 35-40'ın altına düşmüyor. Toplam öğrenci sayısı da 1000 civarında oluyor. çocukların yarışarak %1-%2 ile girdiği anadolu liselerinde sınıf mevcutları 30 dan 35'e, bu yıl da 40'a çıkartıldı. Öğrenciler sınıflarda üst üste, öğretmenler sınıfın birinden çıkıp diğerine girmekten helak.  Ortalama 1000 öğrencinin okuduğu bu okullara devlet temizlik için bile hizmetli vermiyor, çocuklarımızın temiz ve konforlu bir ortamda eğitim alabilmesini sağlamak işi biz velilere düşüyor. Okula yaptığımız bağışlarla öğrencilerin kırık sıraları değişiyor, tuvaletlere sabun ve kağıt havlu konulabiliyor vs.

Bu kadar malumattan sonra  gelelim yaptığım hesaba. Yazıda verilen bilgilere göre 2016-2017 eğitim yılında toplam 4183 adet imam hatip ortaokulu ve lisesi var, ve bu okullarda okuyan toplam 1,178,910 öğrenci var. Bu verilere göre okul başına öğrenci sayısı 281.  Rakamda hata olduğunu sanmıyorum, zira yakın çevremde velilerin rızası hilafına imam hatipe dönüştürülen iki okulun öğrenci sayısı bu rakamın da altında. Liselerin boş kontenjan rakamları da ortada. Burada bir kaynak israfı yok mu sizce de? Bir tarafta öğrencilerin talep fazla olduğu için üst üste eğitim gördüğü tıklım tıkış okullar, diğer tarafta  kapasitesinin ancak 1/3'ünü doldurabilmiş, gerisi heba olan  imam hatipler. 

Sonra öğrenci çekebilmek için bütün devlet okullarına asılan  "haydi çocuklar imam hatibe" yazılı janjanlı pankartlar, cazip kılınmaya çalışılan fiziksel koşullar. Mesela  biz okul servisine dünya para öderken, bahsettiğim bu iki okuldaki (diğerlerini bilemem) servisler bedava. oraya çocuğunu gönderen arkadaşımdan edindiğim bilgiye göre okula bağışta filan da bulunmamışlar. her öğlen çocuklarına bedava yemek de çıkıyor (ben ayda 190 TL yemek parası ödüyorum). İmam hatipte herşeyin en yenisi en temizi bedavadan sunuluyor. Biz her seferinde elimizi cebimize atıyoruz.

Ben bu ülkenin vatandaşıyım yıllardır çalışıyor ve devletime en yüksek kademeden vergimi ödüyorum. Benim vergimle devletin, laik eğitim almak isteyen benim çocuğuma pis ve kalabalık bir okul sunarken, dini eğitim almak isteyene bütün imkanlarını seferber etmesi dinimizce hak mıdır? yaklaşık 800-1000 öğrencinin eğitim alabileceği okulda 281 öğrencinin eğitim alması israf değil midir?

Dinimizde kul hakkı ve israf haram mıdır, değil midir?

Hayrettin Karaman, Siz benim bu sorularıma cevap verebilecek kadar hakkaniyet sahibi bir mümin misiniz, yoksa tarafgir bir yazar mı?

20 Nisan 2015 Pazartesi

BİR RÜYA: "THE PHANTOM OF THE OPERA"



OPERADAKİ HAYALET

Dünden beri bir rüyadayım. Hep görmeyi arzuladığım, hayal ettiğim ve şimdi uyanmak istemediğim,  muhteşem bir rüya.

"The Phantom of the Opera" rüyası.

O muhteşem müziği duyduğumda yirmi yaşında, aşka aşık bir üniversite öğrencisiydim. Hayran kalmıştım. Yıllarca en sevdiğim şarkılardan biri oldu "angel of music", dinledikçe ruhumu göğe çıkaran.

On yıl önce filmi çekilince, benim için  ete kemiğe büründü bu müzik. Hayranlığım katlandı. Kaç kere izledim bilemiyorum. Ve bir gün bu muhteşem eseri sahnede izleme hayali kurdum yıllarca, gerçekleşme ümidi beslemeden.



Veeee nihayet!...Hayalim gerçek oldu.
Nasıl anlatayım, nasıl kelimelere dökeyim yüreğimden geçenleri bilemiyorum. Zira aklımdan geçenlere de kelimelerim kifayetsiz kalıyor.

Dünden beri kalbim operadaki hayalet için atıyor. Hayaletin sesindeki, tavırlarındaki aşk ve tutku için.  Dün izlediğim hayalet derin, insanın yüreğini titretecek, ruhunu kavuracak bir ateş, aşk ve tutkuyla  sevilmek ve sevmek nasıldır hissettirdi.  Dahası böyle bir tutkuyu arzulattı da.

Bu kadar derin, anlatmakta aciz kaldığım bir aşkı yıllar evvel bir fransız filminde görmüş ve hissetmiştim.

O kadar büyük ve kuvvetli bir aşkla sevmek ve sevilmek mümkün müdür? Bilmiyorum. Sanırım Karacaoğlan haklı "seversin, kavuşamazsın, karasevda olur" demiş. Ben sevdiğime kavuşmuşum yıllar önce, şimdi karasevda istemek ihanet olur.

Ama bu duyguyu hissetmek için ille de karasevdanın başına gelmesi de gerekmez. Bazen bir filim, bazen bir kitap, bazen de bir müzikal hiç ummadığınız anda bu duyguyu geçiriverir size. Tıpkı yeni aşık olmuş gibi  hayaller aleminde, ayaklarınız havada, başınızda kavak yelleri gezersiniz bir süre. Tıpkı benim dünden beri olduğum gibi.



24 Mart 2015 Salı

HASAN VE HÜSEYİN

Geçenlerde İslamda mezheplerin doğuşu hakkında bir kaç makale okudum.
Hala etkisindeyim.
Okuduklarımın içinde beni en çok etkileyen şeyi anlatayım;
Hz. Muhammedin ölümünden sonraki 4 halifeyi biliriz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali...gerisini bilmeyiz.
O dört halifenin Hz.Ebu Bekir hariç hepsinin öldürüldüğünü biliyor musunuz? En son Hz. Ali zehirli kılıçla yaralanarak öldürüldü. Ki onu öldüren de bir Müslümandı maalesef.
Beşinci halifeye kadar ( o da dahil)  bütün halifeler seçimle başa geliyor. Beşinciden sonra babadan oğula devredilmeye başlanıyor halifelik.
Peki Beşinci  halife kim dersiniz?
Din derslerinden hatırlarsınız belki adını; MUAVİYE...
İslamı çok geniş bir coğrafyaya yayan, güçlenmesini ve zenginleşmesini sağlayan adam.
Ama adının devamını bilmezsiniz, hiç öğrenmedik.
Tam adı Muaviye bin Ebu Süfyan..
Peygamberimizin ve Müslümanlığın en büyük düşmanı Ebu Süfyan'ın oğlu...
Medine'nin fethinden sonra mecburen İslamiyeti seçenlerden biri...
Babası Ebu Süfyan zaten çok güçlü ve zengin bir adamdı.. İslam düşmanlığı da muhtemelen zenginliğine ve gücüne tehdit olarak görmesindendi.
Oğlu Muaviye canını kurtarmak için Müslüman oldu. Hz. Osman zamanında Suriye Valisi oldu. Çok akıllı ve kurnaz bir adamdı. İslamı geniş coğrafyalara taşırken, kendi gücünü de genişletti, büyüttü.
Tabi iktidarını da güçlendirdi.
Hz. Alinin ardından Muaviye Bin Ebu Süfyan'ın halife olması pek de şaşırtıcı değil, zira her türlü güç ve zenginlik onun elindeydi. İslamın halifesi aynı zamanda siyasi lideri de olduğundan, yeni dini geniş, coğrafyalara yayacak, taraftar bulup güçlenmesini sağlayacak birinin halife seçilmesi siyasal açıdan doğru bir karar. Peki uhrevi açıdan??? Halife demek, Peygamber vekili demek değil mi, Allah kelamının temsilcisi demek değil mi? İslamiyet yayıldıkça, taraftar kazandıkça, liderine de dünyevi bir iktidar alanı sağlamaya başladı, bu da doğal olarak yanında çıkar çatışmalarını getirdi, düşmanları çeşitlendirdi. Bu yüzdendir ki, İnsanlar Allah yolunda rehberlik edecek bir liderden ziyade, İslamı güçlü kılıp, taraftar kazandıracak bir lideri tercih ettiler.
 
Muaviye'den sonra ise, Halifelik, oğlu Yezide geçti. Muaviyenin halife seçilmesinde etmen olan kriter de rafa kalktı böylece.
Ve halifeliğin babadan oğula geçmesi devri başladı..
Ki bunu peygamberimiz bile yapmamıştı. İstese sağlığında birisini halife olarak işaret edebilirdi, etmedi.
Ama en büyük düşmanı Ebu Süfyanın oğlu Muaviye peygamber sünnetini bozmayı umursamadı, kendinden sonraki halifeyi işaret etti: Oğlu Yezid...
Ve kader İslamın en büyük düşmanı Ebu Süfyanın torunu Yezid ile, İslamın nuru Hz. Muhammed'in torunları Hasan ve Hüseyin'i karşı karşıya getirdi.
Hasan ve Hüseyin siyasetten uzak mütevazi hayatlar sürüyorlardı.. Ama Yezid onlardan kendisine biat etmelerini halife olarak tanımalarını, istedi.
Kabul görmeyince de canlarını almakta bir sakınca görmedi.

Bu okuduklarım çok canımı yaktı.. bu haksızlık.. ilk defa Şiileri ve Alevileri anladığımı hissettim.
Hasan ve Hüseyin'in Yezidi halife olarak kabul etmemesini anlıyorum. Yezid Halifeliği hak etmiş birisi değildi ki, babasından devralmıştı..
Eğer bu iş babadan oğula geçecek idiyse, halifeliği peygamber torunundan daha fazla hakkedecek kim olabilirdi ki..
Yine de böyle bir iddaları olduğuna dair bir şey okumadım.. ama Yezidi de kabul etmemeleri çok doğru, çok normal..
Bence Siyasal islam orada rayından çıktı işte.. Gücün, paranın, iktidarın  esiri oldu..Uhreviyatını yitirdi..
Ortadoğuyu bugünkü haline getiren işte o, Yezid'in Halifelik ettiği İslam... -mış gibi yapan, para için güç için cana kıyan, harama el uzatan, kıyımdan sakınmayan İslam..

İslamın kurtuluşu bence Türklerle oldu...
İslamı gerçekten anladılar, ve anladıkları islamı yaydılar. Allah ve insan sevgisini yücelten, merhametli, hoşgörülü ve mütevazı.
Bakın Türklerin İslam götürdüğü coğrafyalara, Anadolu'ya, Balkanlar'a, Kafkaslar'a.. Ortadoğudaki vahşetten, cehaletten iz var mı?
Müslümanın Müslümanı kırması var mı? Yok!..
Ama Anadolu Ortadoğu'ya  komşu, çok fazla hırpalanıyor yüzyıllardır, ve Yezid'in torunları çok kişiyi ele geçirdi burada.
Bakın Müslüman kisvesi altında kul hakkı yiyenlere, güce iktidara paraya tapanlara, masum insanlara kıyanlara, hepsi Yezid'in torunları gibi değil mi...

Rahmetli ananem,birine kızdığı zaman "seni Yezid'in dölü" diye hakaret ederdi, ben de Şeytan gibi bi şey sanırdım Yezid'i.. Meğer daha fenasıymış..

15 Ocak 2014 Çarşamba


 
 
HAMİLELİKTE MAHALLE BASKISI
 
Esra Erol'un talihsiz hamilelik olayıyla ilgili Ayşe Özyılmazel ve Mevlüt Tezel'in yazdıklarını okudum. 

Mevlüt Tezel diyor ki,  hamileyken bebeğini kaybeden  Esra Erol keşke stresli ve yorucu işine devam etmek yerine sezona ara verseydi. Belki bebeğini kaybetmezdi. Ekran önündeki hamile ünlüler topluma örnek oluyorlar.  Çok az kilo almayı, doğuma kadar çalışmayı normalleştiriyorlar. Yanlış mesaj veriyorlar.

Ayşe Özyılmazel de karşı çıkıyor. Diyor ki hamilelik hastalık değildir. Hamileler normal hayatlarına devam etmeliler. Esra Erol’u çalışmaya devam ettiği için veya Çağla Şıkel’i, Ebru Şallı’yı çok az kilo aldığı için eleştirmek yersiz.

Üzgünüm Ayşe, bence Mevlüt haklı.

Toplumun gözü önündeki kişiler rol modeli oluyorlar ve onları her kesimden insanlar örnek alıyor.

Hamilelikte kilo almamayı başarmış olabilir bazı ünlüler. Neticede diyetisyenleri, doktorları, spor koçları var sürekli danıştıkları. Son derece dengeli beslenip, spor yaparak hem bebeği yeterince besleyip, hem de fazla kilo almamayı başarabilirler. Hem çalışıp, hem de gerektiğinde yeterince dinlenip dengeyi koruyabilirler.

Ama bu imkanlara sahip olmayan bir kadın fazla kilo almadan ya da hamile değilmiş gibi çalışmaya devam ederek hamilelik geçirmeye kalktığında sonuç facia olabiliyor. Bir kere toplumda, özellikle erkeklerde şöyle bir algı oluşuyor; "bak fazla kilo almadan da hamile olunabiliyormuş, demek ki bizim hatun çok yiyor" sonra hamile karısına "çok şişmanladın" serzenişleri başlıyor. Zayıflık takıntısı olan kadınlarda da aynı algı oluşuyor.

Hamilelikte çalışma konusunda da benzer bir durum söz konusu. Evet hamilelik hastalık değil ama ilk üç ve son üç ayda daha dikkatli olmak gerekiyor. Spor yaparken de, yemek yerken de hamile olduğunu göz önünde bulundurarak ona göre davranmak gerekiyor.  Dinlenmen gerektiğinde vücudunun sesine kulak vermen gerekiyor. Ama rol modellerimiz nerdeyse son güne kadar ekranlarda göründüğü için, patronlar, çalışan hamilelerden de son güne kadar eski tempolarında işlerine devam etmelerini, neredeyse işten çıkıp doğuma gitmelerini bekliyor. Böyle yapanlar da var, şahidim. Ama her hamilelik bir değil. Ve bunu sadece yaşayan bilir. 

Hamile bir ünlü çok yorulunca işini ona göre uydurup dinlenebilir. Ama sıradan hamilenin böyle bir imkanı yoktur. Göz önünde olan hemcinslerinin aksine toplu taşıma araçlarıyla işe gidip gelmek, uzun mesai saatlerine ayak uydurmak zorundadır.  Öyle yoruldum, sancılandım dinleneyim deme şansı da yoktur. Önlerinde harıl harıl çalışıyor görülen, hamile ama hala zayıf rol modelleri varken, patronuna, kocasına, çevresine derdini anlatması da mümkün değil artık.

Durumun vehameti nerde peki diye soracaksınız. Cevap bebekte.  Hastaneler düşük doğum kilolu, vaktinden önce, gelişimini tamamlayamadan doğmuş bebeklerle dolu. Bunun sonucu da gelişim geriliği. Yani yaşının gereklerini yapma yetisinden yoksun bebekler, çocuklar. 

İki çocuk annesi, full time çalışan bir kadın olarak söylüyorum bunları.

 İlk hamileliğim bebek aşağıda olduğu için çok ağırdı. Her allahın günü performansımın düştüğünden şikayet eden bir müdürle günde 14 saat çalışıyordum. Doktorum tüm diğer doktorlar gibi “çalışabilirsin, hamilelik hastalık değildir” diyordu. Ama “sancılandığında ayaklarını uzatıp, yarım saat dinlen” de diyordu. Oysa patronlar doktorların ilk cümlesine kulak verir, ikincisini ise kulak arkası eder. Öte yandan kayın validem ve eşim benimle aynı anda hamile olan Ebru Şallı’ı gösterip gösterip benim ne kadar çok kilo aldığımdan, onun nasıl incecik kaldığından dem vuruyordu. Ben de yediklerime dikkat ediyor, sağlıklı ve dengeli besleniyordum ama, 15 kilo almıştım işte. Davul gibi şişmiştim.

Sonuçta, o kadar yoğun çalışmaya bebek daha fazla dayanamadı ve 1 ay önce doğdu.  Allahtan yeterli ve iyi beslendiğim , patronumun kovarım imalarına kulak asmayıp stres yapmadığım için  bebeğin kilosu ve gelişimi normaldi. Benden iki ay önce doğum yapan bir iş arkadaşım ise benim kadar şanslı değildi. Bebeği düşük bir kiloda doğdu ve gelişme geriliği var hala. İşyerindeki yüksek stres bebeğe yeterince kan gitmesini engellemiş. Beyindeki bazı bölgeler yeterince gelişmemiş. Zayıflık takıntısını hamileliğinde de sürdüren bir başka arkadaşımın çocuğunda da var gelişme geriliği .  Doktorun deyimiyle hem kendisini hem bebeğini aç bırakmış.

Mahalle baskısı öyle bir şey ki , üniversite mezunu insanları bile etkisi altına alıyor. Hamilelikte mahalle baskısı ise ömür boyu vicdana yük, yüreğe dert sonuçlar doğurabiliyor.  Hanımlar siz siz olun, eğer bir gün diler de hamile kalırsanız, mahallenin, mantığınızın değil kalbinizin ve bebeğinizin sesine kulak verin. Onlar size doğruları söyler.

14 Temmuz 2013 Pazar

ŞİŞTİM VALLAHİ

Son günlerde olan bitenler çok şişirdi beni.
Kendimi tanıyamaz oldum. 
Dönüşmeye başladığım kişiden tiksindim..
Öfkeli, isyankar, kibirli, ötekileştiren, ayrıştıran, hoşgörüsüz, anlayışsız..
Bırak sempatiyi, empati bile kuramaz haldeyim...

Teselli sayılmaz ama, toplumun büyük çoğunluğu bu halde..
Psikolojide buna kitlesel histeri gibi bir şey deniyor.. Şimdi tam bilimsel adını söyleyemeyeceğim..
Ama tanımını yapabilirim.  İnsanların normalde tek başlarına asla hissetmeyecekleri duyguları, yapmayacakları davranışları, toplu halde hissedip yapmaya başlaması ve benzer davranış ve duyguların, salgın hastalık gibi kitleleri sarması.. Örneğin Hitler Almanyası'ndaki Yahudi düşmanlığı ve soykırım bu tür bir psikolojinin eseridir. Normalde Yahudiler'le hiç bir alıp veremediği olmayan insanların, toplumsal bir histeri sonucunda birer Yahudi düşmanı ve ölüm makinesine dönüşmesi, bu tür bir psikolojinin sonucudur. Ve bu histeri kendi başına durduk yere çıkmaz. Toplum mühendisleri tarafından bizatihi tohumları ekilir ve itinayla büyütülür.

İşte son günlerde bizim toplumumuzda yaşananlar da budur...
Usta bir şekilde, insanların duygularıyla oynanıyor. Herkesin ortak hassas noktaları keşfedilip, özenle kaşınıp yara ediliyor. Herkes kendine göre haklı gerekçelere sahip, herkes bardak taştı diye düşünüyor ve herkes hiç olmadığı ve olmayı düşünemeyeceği kadar kibirli, hoşgörüsüz, anlayışsız ve acımasız. 

Yaşananlar, birbirine ezelden beri düşman olanları bir araya getirmeyi başardı. Ama öte yandan yeni iki kutup yarattı, yine birbirine düşman... 

Bu kutuplara ne isim vereceğimi bilemiyorum. Zira ne söylesem ya eksik, ya fazla kaçacak..laikler ve dinciler mi desem? 

Laik kelimesi hepsini kapsar mı emin değilim. Malum bizde laiklik dinsizlikle karıştırılır. Laiklerin arasında gayet sofu müslümanlar da, orta yolu bulanlar da,ateistler de var. 

Dinciler kelimesi sanki olacak  gibi, ama tam değil yine de.. zira benim sözlüğümde "Dinci", samimi inanç sahibi olmaktan çok,çıkarları öyle gerektirdiği için dindar görünen demek. ama o kitlenin içinde de Samimi müslümanlar var .. olan biteni taraflı yayınlardan izlemiş oldukları ve geçmişten canları yanık olduğu için tutuşmaya hazırlar.. velhasılı kutuplara ad bulamadım. Ama anladınız siz kimleri kastettiğimi...

Hem zaten ismin ne önemi var. Önemli olan yeni bir kutuplaşmanın ve kutuplar arasında hoşnutsuzluğun başlamış olması. Hızlı bir şekilde birbirimize olan tahammülümüz azalıyor.  Sokakta karşı karşıya gelen direnişçiler ve eli palalılar bu kitlelerin küçük birer temsilcisi.. Geride evlerinde oturan kitle şimdilik sosyal medyadan yazışarak atışma aşamasında. Ama yavaş yavaş öfke fokurdamaya, dişler gıcırdatılmaya başlanıyor. en sevgili dostlar,akrabalar, kardeşler bile birbirine gıcık olmaya başladılar. 

Umarım sadece sosyal medyada kalır
kavgaları...




 

9 Ocak 2012 Pazartesi

İŞİN UCUNDAN TUTMAK

Bir kadın ve bir erkek aynı evi paylaştığı halde, nasıl oluyor da kadının evdeki her ıcık cıcıktan haberi olurken, erkeğin olmuyor?

İkisi de çalışıyor, evde geçirdikleri süreler aynı. İkisi de ev işlerinden üzerine düşenle meşgul oluyor. Yani bütün iş güç kadının üzerine yığılı değil. Adam da elinden geldiğince işlerin ucundan tutuyor. Kadına yardımcı oluyor.?

Kilit nokta bu mu yoksa? Yardımcı olmak. Yani, kadın işleri sahiplenirken, adamın işin ucundan tutması  mı? Ucundan tuttuğun bir şeyi sahiplenmezsin, sahiplenmediğin bir şeyin de ıcığını cıcığını bilmezsin.

Evet öyle olmalı. 
Adam sofrayı kaldırır ama, kurmak aklına gelmez. 
Bulaşık makinesini boşaltır, ama bulaşık yıkamak aklına gelmez. 
Giyecek temiz gömleği kalmadığını söyler, ama çamaşır yıkamaya kalkmaz. 
Yemek yapar ama alışveriş yapmak aklına gelmez. Alışverişten kastettiğim şarküteri alışverişi değil. İşin o kısmını pek güzel yaparlar. Çok güzel peynir, pastırma, sucuk seçerler. Ama akıllarına temel mutfak malzemelerini yani, salça, yağ, patates, soğan, tuz, şeker vb. almak gelmez. 

Bütün bunları yapan, alan, organize eden  kadındır. İsterse CEO olsun. Evinde dizi dizi yardımcıları bulunsun. O yardımcları bulup işe alan, yapılacakları planlayıp sıralayan, evin düzenini sağlayan kadındır. Kadın evde olup biten herşeyi, neyin nerede olduğunu, eksiğini gediğini, evin ihtiyaçlarını  bilir. Erkeğin aklına bile gelmez. 

Şimdi nereden çıktı bu diyorsunuz değil mi? Çünkü benim herşeye yardımcı, her işin ucundan tutan kocam, en soğuk günlerde giydiği montunu bulmak için, bütün odayı alt üst etti, resmen savaş alanına çevirdi. Bana da montu bulunduğu yerden alıp ona vermek, sonra da  bütün o dağınıklığı toplamak  düştü. 

Montu askıdan alıp vermek 1 dakika, ortalığı toplamak 1 saat. Hırsımdan ağlayacaktım neredeyse.  Her yeri, her şeyi didik didik etmiş. Ve buna rağmen gözünün önündeki montu görmemiş.

Şimdi ben öfkemi yatıştırmak için yazı yazıyorum. O yaptıklarını çoktaan unutmuş, horul horul uyuyor.

Aaa, harbiden horluyor bu adam. Ters mi yattı ne?
Sabah söylesem horladığını hayatta inanmaz. 
Kamera nerede, kameraya alayım.







 

7 Aralık 2011 Çarşamba

BUGÜN YAĞMUR VAR İSTANBUL'DA

Bugün yağmur var.

Şakır şakır değil, usul usul yağan, ortalığı mis gibi toprak kokutan bir yağmur.

Öyle ki, kaçınmak yerine, uzun uzun yürümek istiyor canınız.

Saçlarınız, üstünüz başınız  hafiften nemlenirken, sıcacık bir bardak çayın hayalini kurmak istiyorsunuz.

Ya da sıcacık bir odada, pencere önündeki bir kanepede oturup, sokağı seyretmek de güzel olurdu.

Yine çay bardağı elinizde.

Ama bu sefer yalnız değilsiniz.

Arkadaşlarınız var yanınızda.

Kız arkadaşlar..

İnce ince yağan yağmur altında hafiften ıslanan sokağı seyrederken, sohbet de edebileceğiniz arkadaşlar.

Çay içinizi, sohbet yüreğinizi ısıtacak.
Dışarıdaki soğuğa inat sımsıcak olacaksınız.